Anadolu, 1,2 milyon yıl öncesinden beri sürekli insan yerleşimlerine sahne olmuş bir coğrafyadır (1).
Erken tarım topluluklarının etkileşimleri ve göçler, en zengin genetik yapılardan birinin Anadolu’da ortaya çıkmasını sağlar. Bu tarihsel arka planda, farklı coğrafyalardan gelen kavimlerin uzun süreli komşuluğu, Anadolu’nun genetik çeşitliliğine renk ve süreklilik kazandırır.
Anadolu tarihinin önemli kırılma noktalarından biri, Bergama Kralı III. Attalos’un Milattan Önce (M.Ö.) 133 yılında krallığını Roma Cumhuriyeti’ne vasiyet etmesiyle yaşanır. Bu vasiyet sayesinde Roma, Batı Anadolu’da Asya Eyaleti’ni (Provincia Asia) kurar ve Ege kıyı şeridini kontrolü altına alır.
İmparatorluğun en istikrarlı dönemi olan “Pax Romana” (Roma Barışı) (M.Ö. 27–M.S. 180), Anadolu’da köklü değişimlerin yaşandığı bir evreye dönüşür. Anadolu’nun imparatorluğa katılmasıyla birlikte bölgenin, Roma’nın doğu sınırları açısından stratejik önemi artar. İzleyen yüzyıllarda Trabzon’dan başlayıp Bayburt, Erzurum, Malatya, Adıyaman ve Mardin’e uzanan hat, imparatorluğun doğuda Perslerle olan sınırını oluşturur.
Eyalet sisteminin M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya uyarlanmasıyla Asya, Bitinya, Galatya, Kapadokya, Likya et Pamfilya ve Kilikya gibi bölgelerde idari merkezler kurulur. Augustus döneminde bu eyaletlerde kentler Roma şehirciliğiyle uyumlu olacak şekilde yeniden planlanır; yollar, surlar, agoralar, anıtsal kapılar, tiyatrolar, hamamlar ve su kemerleri gibi altyapı projeleri hayata geçirilir.
Yerel kurumların sisteme entegre edilmesi, bölgede Roma hukukuna dayalı bir yönetim modelinin yerleşmesini kolaylaştırır. Bu model, Helenistik kent (polis) geleneğinden uyarlanan yerel meclislerin, merkezi otorite denetiminde ama kendi iç işleyişlerinde özerk hareket etmelerine olanak tanır.
Roma İmparatorluğu’nun her kente kendi kutsalı için tapınak yapma özerkliği tanıması sayesinde Anadolu dini geleneklerini büyük ölçüde koruyabildi. Nitekim dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Artemis Tapınağı da bu dönemde varlığını devam ettirdi.
Yerel meclisler kamu binalarının inşası, hizmet vergilerinin toplanması ve festival düzenlenmesi gibi konularda etkin rol oynuyordu. Ancak alınan kararlar, Roma valilerinin gözetiminde uygulanıyordu. Roma kentlerindeki yerel yönetim pratiği, tarihsel süreklilik ve kurumsal miras açısından modern belediyeciliğin öncüllerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Roma mirasını paylaşan iki modern üniter devlet olmakla birlikte, İtalya ve Türkiye’nin yerel yönetim sistemleri arasında farklılıklar olduğu göze çarpar. İtalya’daki yerel yönetimlerin yetkileri daha geniştir. Türkiye’de ise, Roma dönemindeki gibi merkezi otoritenin denetimi altındadır.
Nüfus politikaları
Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’ya yayılmasının, bölgenin demografik yapısında aşamalı etnik değişimlere yol açması beklenen bir durumdur. Bu değişimler, stratejik kentlere Roma yurttaşlarının yerleştirilmesiyle başlar, ardından ekonomik ilişkiler ve sosyal etkileşimlerin artmasıyla giderek derinleşir.
Roma, pragmatik siyaseti sayesinde, Anadolu’yu ilk yönetmeye başladığında ağırlıklı olarak Helenistik dönemin yönetici elitlerini kullandı. Roma, halkın tanıdığı ve yönetim deneyimi olan bu kişileri, kendi yönetiminin sorunsuz işlemesi için “kullanışlı” figürler olarak görüyordu.
Anadolu’da Roma İmparatorluk düzeninin kurulurken, eyalet valileri, bürokratlar, askerler, idari ve mali memurlar ve diğer görevliler gönderiliyordu. Bu görevliler zamanla yerli ailelerle evlilikler kurarak bölgenin sosyal ve genetik kompozisyonunu etkilemiş olabilirler. Ayrıca Roma, Anadolu’daki askeri üslerin ve ticaret kolonilerinin çevresine, farklı eyaletlerden getirilen sivil halkı yerleştirmeye teşvik ederek, bölgenin demografik yapısını doğrudan etkilemiş olabilir (2).
Bu bağlamda Adana, Antakya, Antalya, Bursa, Denizli, Edirne, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, İzmit, Kayseri, Mersin, Sinop, Şanlıurfa, Trabzon ve Zonguldak gibi yerleşimler idari, askeri ve ticari merkezler olarak öne çıkmakta.
Günümüzde özellikle bu kentlerde kaldırımda yürüyen sıradan sakinlerde Roma dönemi genetik izlerine rastlama olasılığı göz ardı edilemez. Neticede, arkeogenetik araştırmalar Romalılardan miras kalan genetik etkinin, Türklerin Anadolu’ya gelişinden önce bazı bölgelerde daha belirgin olabileceği yönündeki görüşleri destekliyor.
Harvard Üniversitesinden Iosif Lazaridis ve ekibinin 2014 tarihli çalışmasına göre, Anadolu popülasyonlarında Roma İtalya’sına özgü genetik izlerin oranı yaklaşık yüzde 5 düzeyinde. Bu sonuç, Roma genetik izlerinin zamanla bölgenin kadim ve heterojen genetik dokusu içerisinde seyrelerek azaldığını düşündürüyor. (3)
Genetik olarak Anadolu halkı, bu topraklarda binlerce yıl boyunca yaşamış çok sayıda etnik ve kültürel bileşenin sentezidir. Bu bileşenlerden biri de Roma uygarlığı. Bu tarihsel etkileşimler, farklı kültürlerin, halkların ve genetik unsurların bütünleşmesini sağlayarak bölgenin genetik dokusunu giderek daha zengin bir hale getirmiş.
Bilkent Üniversitesinin liderliğinde modern Türkiye popülasyonu üzerine gerçekleştirilen kapsamlı genetik araştırmalar da genetik yapının son derece heterojen olduğunu ortaya koyuyor. Araştırma sonuçları, tarih boyunca Anadolu’dan geçen ve bu coğrafyada iz bırakan farklı toplulukların genetik mirasının günümüz nüfusunda halen izlenebilir olduğunu doğruluyor. (4)
Bu çok girdili genetik yapı içerisinde en şaşırtıcı bulgulardan biri, modern Türk popülasyonu ile İtalya’nın Toskana bölgesindeki popülasyonlar arasında gözlemlenen genetik yakınlık oldu. Elde edilen bilgiler, bu genetik yakınlığın tarihsel açıdan Roma’nın çok öncesine hatta Neolitik Çağ’a kadar geriye gittiğini gösteriyor.
Ancak bu noktada söz konusu olan göç yönü Roma döneminin tersine, İtalya’dan Anadolu’ya değil, Neolitik dönemde Anadolu’dan çıkan erken çiftçi toplulukların İtalya’ya doğru yayılması. Anadolulu Neolitik göçmenlerin Avrupa’nın tarımsal ve demografik yayılımında kurucu bir rol oynadığını açıkça destekliyor.
Bu sonuç, Anadolu’nun yalnızca bir geçiş güzergâhı değil, Neolitik çiftçilerden Hint-Avrupalı topluluklara uzanan süreçte Avrupa’ya insan ve kültür aktaran kurucu bir kaynak bölge olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre, Toskanalıların ataları İtalya’dan Anadolu’ya değil, Anadolu’dan Toskana’ya göç etmiş. (5)
Ne var ki, Bilkent’in bu araştırmasının bazı Türk medya organlarında “Türk DNA’sı Toskana’ya uzandı” gibi başlıklarla sunulması, bilgiyi tarihsel bağlamından koparıyor. Binlerce yıl öncesine tarihlenen bir genetik izi doğrudan “Türk” etnisitesiyle ilişkilendirmek, anlamlı bir temele dayanmaz.
Tarihsel veriler, Türklerin etnik kökeninin Orta Asya’nın doğusuna dayandığını ve Anadolu’daki ilk somut varlıklarının yaklaşık 9. yüzyıla tarihlendiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla, Türk varlığının Anadolu’da görece geç bir dönemde ortaya çıktığı bir gerçektir ve bu kritik gerçeği göz ardı etmek, ciddi bir “medya cehaleti” örneği.
Buna karşılık, son derece karmaşık bir mozaik oluşturan Anadolu gen havuzunda, İtalik kökene dayanan etkileri gelişmiş analiz teknikleriyle dahi açık biçimde ayrıştırılması oldukça güç. Nitekim Akdeniz’in kuzey kıyılarında, özellikle İtalya ve Levant hattında, tarih öncesine kadar uzanan ortak bir genetik zemin ve bölgeye özgü yaygın bir genetik yakınlık zaten söz konusu.
Bu noktada, genetik araştırmaların belirli metodolojik sınırlamalara sahip olduğunu da unutmamak gerekir. Elde edilen veriler çoğu zaman kesin kanıtlar sunmaktan çok, belirli tarihsel ve kültürel bağlamlar içinde anlam kazanan “yorumlanabilir” olasılıklara işaret eder. Bu nedenle genetik çözümlemelerin, arkeolojik ve filolojik verilerle birlikte, disiplinler arası bir yaklaşımla değerlendirilmesi, daha bütüncül ve sağlıklı sonuçlara ulaşmaya yardımcı olur.
Bu bilimsel çerçevenin yanı sıra, zaman zaman tarihsel magazin niteliğindeki bazı iddialar da gündeme gelir. Bunlardan biri, gerçek bir İstanbul beyefendisi olarak tanıdığımız araştırmacı Dr. Rinaldo Marmara’nın Vatikan arşivlerinde rastladığı ilginç bir el yazmasına dayanıyor.
Söz konusu belgede, Osmanlı Sarayı’nın güçlü figürlerinden Hürrem Sultan’ın aslında İtalyan’nın Siena bölgesinden aristokrat Marsigli ailesinden geldiği ve gerçek adının “Margherita” olduğu yazılı. Bu soyağacına göre Hürrem’in soyundan gelen IV. Mehmet ile Papa VII. Alessandro’nun kuzen oldukları savunuluyor. Hürrem Sultan Rus muydu, Ukraynalı mıydı derken bir de İtalyan olma ihtimali çıktı.
Roma’nın Anadolu üzerindeki etkisi, bireysel soy anlatılarını aşan daha kalıcı izler bırakmıştır. Bu etki yalnızca genetik düzeyde değil, kültürel kodlar, yönetim modelleri ve kurumsal yapılar aracılığıyla da günümüze kadar ulaşmış. Bu çok katmanlı etkinin en somut göstergelerinden biri, Anadolu’nun antik kentlerinde ve nekropollerinde bulunan binlerce Latince yazıtlar.
Roma izlerinin derinliği, yalnızca soy bilimsel verilerde ya da yazıtlarda değil, bugün Türkiye’deki arkeolojik mirasın fiziksel boyutunda da kendini gösterir. Nitekim müze koleksiyonları incelendiğinde, Roma dönemine ait eserlerin Helenistik dönem eserlerinden çok daha fazla olduğu görülüyor.
Anadolu’da farklı uygarlıkların iç içe geçmesiyle oluşan özgün genetik ve kültürel yapıyı doğru okumak ve gelecek kuşaklara kapsayıcı bir vizyonla aktarmak zorundayız. Bu, hem geçmişimizle kurduğumuz bağı güçlendirmek hem de bu insanlık mirasına sahip çıkmak adına vicdani ve entelektüel bir sorumluluktur.
Kaynaklar:
1-Aytek, A., 2019, “Kocabaş Fosil İnsan Kalıntıları Üzerine Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi”, Antropoloji Dergisi, 38(1), 65-76.
2-Greg Woolf, 2016, “Moving Peoples in the Early Roman Empire”, Londra
3-Lazaridis, Iosif, 2014. “Ancient human genomes suggest three ancestral populations for present-day Europeans.” Nature 513.7518: 409-413.
4-Hodoğlugil, U., 2021, ” Türk nüfusunun genetik yapısı yüksek düzeyde varyasyon ve karışım ortaya koymaktadır” Proceedings of the National Academy of Sciences 118.48
5-Richards, M., 2000, Genetic & archaeological evidence for a Near Eastern origin of Neolithic farming in Europe. Nature, 408-6815: 248-251.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: