Her derde biraz deva şu alıp başını yürümek…
Bazen başını alıp gitmek istersin de elden bir şey gelmez. Sanki bir şey, bir ses sana “nereye gideceksin, otur oturduğun yerde, gidecek bir yerin mi var!” der… Geride bıraktıklarını önemsemeden, sadece kendini yanına alarak bir yerden ayrılmak ister bedenin. Tüm sorun alıp gidilmek istenen yer eğer başının içinde ise zaten, gittiğin yer seninle geliyorsa, gitmenin bir anlamı kalmıyor. Yapraklar gibi dökülüp, çiçekler gibi solacak, bir nisan yağmuru olup akacak her şeyin boğaza düğümlendiği anlarda, sıkıntıların dayanılmaz boyutlara ulaştığında insanın içine düşen kaçma duygusu: Başını alıp gitmek. Bir arayış mı, vazgeçiş mi; kendini bulmak için bir yolculuk bu, yürümek. Belki de düşünmek, değişmek için bazen gerekli olan bir yalnızlık. Bir yerde okumuştum, yürümek düşünceleri ayaklarının altında ezmektir diyordu. Yürüyorum, yürüyorum ve yürürken düşünüyorum.
İnsan bazen yürümek istiyor. Yürürken düşüncelerini öldürüyor. Duygularını eziyor. Aklına gelmedik düşünceler sanki asıyor bir şeyleri bir yerlere. İşe yürüyorsun, eve yürüyorsun, hep bir telaş içerisinde bir yerlere yürüyorsun, hedefin olsa da olmasa da ister istemez yürüyorsun. Yürümek güzel. Insanın içinde varoluşunu ispatlıyor gibi yürürken düşünceler. Ezip ezip geçiyorsun içinde büyümesini istemediğin düşünceleri…
İşte insanoğlu ayakta durmayı öğrendiği ilk günden beri birçok yere bir şekilde yürümüştür. Ticaret yapmak amacıyla yapılan yürüyüşler. Kutsal dini mekana yapılan yolculuklar, Müslümanların hacca gitmesi gibi Yahudiler, Hristiyanlar Kudüs’e, Vatikan’a, Budistler Pushkar Gölü’ne, Hindular kutsal mekanlara hep yürümüşler.
İnsan yaşadığı coğrafyada yürüme eylemini demokratik bir siyaset adına, umudu içinde taşıyan siyasal ve kamusal bir tepki olarak ortaya koyuyor.
Tarihe baktığımızda birçok siyasi yürüyüş var. Mesela Hindistan’ın lideri Gandhi 1930’da İngiltere’nin tuz vergisine karşı 400 kilometre yürüdüğü Tuz Yürüyüşü; denize doğru yapılan bu yürüyüşte ona binlerce Hint eşlik etmişti. Martin Luther King’le Malcolm X’in insan hakları ve ırkçılığa karşı mücadelesi için yaptıkları yürüyüşler.
Yürüyüş deyince benim aklıma ilk gelen kadınlar ve özgürlük oluyor. Daha sonraki yıllarda gerek kadın hakları açısından, gerekse de özgürlük, demokrasi ve demokratik haklar için yüründü… Kadınlar ve özgürleşmeleri için yürüyüşler yapıldı.
Yürüme eylemi derken, eskiden beri filozoflar edebiyatçılar, ressamlar, din adamları, politikacılar, sanatçılar yürürken düşünmeyi ihmal etmemişler. Özellikle filozoflar, Stoacılar yürüyerek felsefe yapmayı çok severdi. Pisagor yürürken matematik felsefesi yapmayı, düşünmeyi çok severdi. Epikür ormanın içinde dağda yaptığı o güzel evin etrafında felsefeyle iç içe çok güzel yürüyüşler yapmıştı. Demokritos atom felsefesinin ilk meyvelerini zihnine atarken, evinin etrafındaki bahçelerde üzüm bağlarında çalışmıştı. Sokrates ve onun öğrencileri olan Platon ile Aristo yürüyerek felsefe yapmaktan keyif alırlardı. Aristo’nun Atina’da kurduğu okulun etrafında yürüyüş patikaları bulunur ve öğrencileriyle günün belli saatlerinde yürüyüşler yaparlar. Önemli felsefi ve bilimsel meseleler üzerine kafa yararlandı.
Farabi ile sonrasında yaşamış olan İbni Sina ve İbni Rüşd Endülüs’teki Kurtuba’da gerek sarayın bahçelerinde gerekse evinin bahçesinde yürürken akılcılık düşüncesini geliştirmişti. Batı felsefesinin önemli düşünürleri Spinoza, John Look ,David Hume, Jean-Jacques Rousseau, Dekart, Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche hepsi ömürleri boyunca yürümeyi ve düşünmeyi çok sevdi.
Rousseau’nun kendi yaşam öyküsünü kaleme aldığı “İtiraflar” kitabında “Yalnızca yürürken derin düşüncelere dalabiliyorum. Durduğum zaman düşüncelerim de duruyor; zihnim yalnızca bacaklarımla birlikte hareket ediyor” cümleleriyle zihnin çalışmasını bedenin hareketiyle ilişkilendirmiş ve yürümeyi düşüncenin lokomotifi olarak ifade etmiştir.
Arthur Schopenhauer, çoğunlukla hayatın acımasızlığından, insan iradesinin hürriyetinden, ahlaki konulara birçok sorunu doğada yürürken düşünmüş ve bunlarla ilgili yazılar yazmış.
Patikalarda, kırlarda, dağlarda, tepelerde gerçekleştirilen temiz hava almak, iyi vakit geçirmek, manzara seyretmek için yürürken aslında hepsi düşünüyor, üretiyordu. Bu yürüyüşü yapan düşünürler doğayı bir kitap gibi, devrimci, değiştirici ve dönüştürücü bir güç olarak görmüşlerdi.
Yürüyüşü felsefe anlamda en iyi açıklayan Aşık Veysel’in, “Uzun ince bir yoldayım. Dünyaya geldiğim anda yürüdüm aynı zamanda… Gidiyorum gündüz gece, bilmiyorum ne hâldeyim. Gidiyorum gündüz gece” sözleri düalist bir anlayış olarak doğum ve ölüm arasındaki insanın trajedisidir.
Günümüz insanının yürümekle olan ilişkisi açısından düşündüğümüzde belki de insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar beden ve ruh birlikte hareket etmiyor. İnsan tabiatla iç içe olmalı, yürümeli ve onu hissetmeli.
Düşünmek, konuşmak, insan zihninin yürümesi gibi bir şey… Yürüyüş bantları gibi hiçbir yere varmayan yürüyüşlerimiz olmasın…