SSCB’nin yıkılmasının ardından onun halefi olarak kurulan Rusya Federasyonu, 1990’ların ilk yıllarında ulusal egemenliği sağlama, ülke içindeki siyasi ve ekonomik krizleri çözüme kavuşturmaya odaklanmıştır.
Çünkü SSCB’nin çöküşü, etnik ve ulusal sorunları gün yüzüne çıkarmış, birçok etnik grup bağımsızlık talepleriyle ortaya çıkmıştır. Bu durum özellikle Kafkasya ve Orta Asya’da çetrefilli çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Diğer yandan SSCB’nin dağılmasının ardından Rusya, demokratik kurumsallaşmayı amaçlayan bir geçiş sürecini başlatmıştır. Ancak, demokratik kurumların oluşturulması ve işlerliğe kavuşturulması sürecinde zorluklar yaşanmıştır. Rusya’da yeni siyasi yapılar oluşturulma sürecine istikrarsızlık ve belirsizlik hâkim olmuştur.
Rusya Federasyonu’nun kuruluşunun ilk yıllarında asıl sınavı verdiği alanın ekonomi olduğunu söylemek mümkündür. Bilindiği üzere SSCB’nin ekonomisi, merkezi planlamaya dayalı bir sistemdir. Rusya, piyasa ekonomisine geçiş sürecinde de büyük zorluklar yaşamıştır. Fiyat liberalizasyon, özelleştirme ve ekonomik reformların uygulanması sırasında ekonomik çalkantılar ortaya çıkmıştır. Rusya, piyasa ekonomisine geçiş sırasında yaşanan Hiperenflasyon, vatandaşların satın alma gücünü azaltmış ve ekonomik belirsizliği artırmıştır. Ekonomik reformlar sırasında birçok insan işsiz kalmış ve buna bağlı olarak da yoksulluk artmıştır. Aynı zamanda, özelleştirmenin ve yeni zenginlerin ortaya çıkmasının etkisiyle Rus toplumunda gelir eşitsizliği büyümüştür.
Ancak 2000’li yılların başından itibaren, özellikle Vladimir Putin iktidarıyla birlikte yapılan siyasi ve ekonomik reformlarla Rusya’daki kriz ortamı durulmaya başlamıştır. Rusya’nın iç krizlerini sonlandırmada enerji unsurunun ayrı bir önemi olduğunu söylemek mümkündür. Moskova Yönetimi enerji ihracatından elde ettiği gelirle ekonomisini canlandırmış, kısa sürede uluslararası alanda etkili bir konuma gelmiştir. Bu sürecin ardından toparlanan Rusya, küresel alandaki varlığını güçlendirmek için dış politikasını yeniden şekillendirmeye yönelmiştir.
Bu dönem Rus dış politikasındaki köklü değişimler, dış politikanın bağımsız bir şekilde yürütülmesi ve ulusal çıkarlara odaklanmayı hassasiyetle vurgulayan Yevgeniy Primakov’un başbakanlık ve dışişleri bakanlığı dönemlerinde gözlenmiştir. Bu dönemde Primakov’un dış politika konusunda dikkat çekmeye çalıştığı hususlar daha sonra literatürde “Primakov Doktrini“ olarak yer almıştır. Bu doktrin öncelikle çok kutuplu bir dünya görüşüne dikkat çekmektedir. Primakov, uluslararası ilişkilerde tek kutuplu bir dünya düzenine karşı çıkarak, güç dengesinin daha adil ve çok kutuplu bir sistemde olması gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda, Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenliğine karşı çıkarak, Rusya’nın bağımsız bir şekilde hareket etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Primakov doktrininin diğer bir temel prensibi de stratejik bağımsızlıktır. Rusya’nın stratejik bağımsızlığını koruması gerektiğine inanan Primakov, Ulusal çıkarlarına odaklanarak, dış politikada bağımsız bir pozisyon alma gerekliliğini vurgulamıştır. Primakov’un temelini attığı bu dış politika prensipleri günümüzde de Rus siyasal yaşamında varlığını korumaya devam etmektedir.
Rusya Federasyonu’nun bu ilk dönemlerinde Rus dış politikasının odaklandığı bölgelerin ise daha çok eski Sovyet toprakları ile Orta Doğu olduğunu söylemek mümkündür.
Rusya bilhassa Putin döneminde içeride daha istikrarlı bir yapıya kavuşması ve küresel piyasada enerji fiyatlarının yükselmesiyle dış politikada daha aktif bir performans sergilemeye başlamıştır. 1998 yılında küresel pazarda petrolün varili yaklaşık 11 dolar iken 2000 yılında 35 dolara yükselir. 2000-2003 yıllarında 30 dolara sabitlenen petrol fiyatları neticesinde Rusya’da yabancı para rezervleri üçe katlanmıştır. Yine aynı dönemde Rusya tarafından çıkarılan petrolün miktarı da üç katına çıkmıştır. Bu dönemdeki ekonomik politikalar doğrultusunda enerjiden elde edilen gelirlerle ekonomisi muazzam büyüyen Moskova yönetimi yurtdışında önemli yatırımlar yapmaya başlamıştır. Netice itibariyle ekonomik büyümenin yarattığı geniş hareket alanı çerçevesinde Rusya, Afrika’daki etkinliğini arttırmaya başlamıştır.
Rusya’nın Afrika’daki dış politika odaklarını maddi ve siyasi olarak ikiye ayırmak mümkündür. Rusya’nın kıtaya yönelik politikalarının siyasi amaçlarının temel motivasyonunun, küresel alanda Batının hegemonyasını azaltarak SSCB’nin tarihteki süper güç statüsünü Rusya Federasyonu’nda yeniden canlandırma gayesi olduğu iddia edilebilir. Bu maksatla Moskova yönetimi sömürgecilik ve Batı karşıtı söylemlerle kıtada stratejik ortaklıklar kurarak güç projeksiyonunu arttırmaya çalışmaktadır. Rusya, sıklıkla Afrika’da sömürgecilik tarihine vurgu yaparak, kendi tarihinde Batı emperyalizmine karşı direnişi öne çıkarmaya çalışmaktadır. Böylece Rus dış politikası karar vericileri Afrika ülkeleriyle tarihsel bir dayanışma oluşturmayı amaçlamaktadır. Diğer yandan Rusya’nın Afrika politikalarında sıklıkla gündeme getirdiği söylemlerinde, Batı’nın Afrika’ya yönelik tarihsel sömürgecilik politikalarına karşı eşit ve adil bir ortaklık prensipleri öne çıkarılır. Moskova yönetimi Afrika ile ilişkilerini, karşılıklı çıkarlara dayalı, müdahaleci olmayan bir ortaklık olarak nitelendirmektedir.
(Dr. Huriye Yıldırım Çınar-Doç. Dr. Asena Boztaş, tasam.org)