İnsan küçük yaşlarından itibaren annesinin ve babasının doğduğu, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği yerlerin hikâyelerini dinlediğinde ister istemez o ülkeyi, o hikâyelerin geçtiği köyleri, şehirleri merak ediyor.
Çok eskiden yıllar yılı Doğu Bloku’nun bir parçası olarak tek parti yönetimi altında varlığını sürdüren Bulgaristan’a gitmek büyük bir olaydı. Seyahat izni alınması çok zor olduğundan Bulgaristan’a gidip gelen biri günlerce konuşulur, ziyaret edilir, beraberinde getirdiği Balkan motifli toprak kaplar, Doğu Bloku ürünü olduğu belli okaba porselen eşyalar satın alınırdı. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin Türkiye’yi ziyareti ise daha da büyük bir olaydı, ailenin tamamı gelemez, özellikle çocuklardan biri veya birkaçına izin verilmezdi, adı konulmamış bir rehin tutulma hâliydi.
Sonrasında Türklere uygulanan asimilasyon politikası çerçevesinde onlara zorla Bulgar isimlerinin verilmesini, bu uygulamaları protesto edenlerin Tuna Nehri üzerinde bulunan Belene adasındaki kamplara sürülmesini izledik. Art arda acı olayların yaşandığı bu süreç, Devlet Başkanı Todor Jivkov’un dileyenlerin yurt dışına çıkabileceğini açıklamasıyla 1989 yılında son buldu.
Doğu Bloku’nun çözülmesiyle birlikte 1990 yılında sosyalist rejimin çökmesi ve çok partili hayata geçilmesi Bulgaristan halklarını bilmedikleri, yeni ama umutlu bir yola sokmuş gibiydi. İşte o yol 2004 yılında NATO üyeliği ve 1 Ocak 2007’de de Avrupa Birliği tam üyeliğine götürdü ülkeyi.
Yirmi yıl önce Doğu Bloku hariç ülke dışına çıkamayan vatandaşlar yirmi yıl sonra Avrupa ülkelerindeki yaşamın tadına bakıyorlardı. Yirmi yıl önce Belene Adası’na giden köprüde yürüyen Bulgaristan Türkleri yirmi yıl sonra Fransa’da Pont Neuf’den (Yeni Köprü) Seine Nehri’ni seyrediyorlardı.
Artık ben de Schengen vizemle ebeveynlerimden hikâyelerini dinlediğim bu Avrupa Birliği ülkesini ziyaret edebilirim diyerek ilk kez 2015 yılında ağırlıkla Bulgarlardan oluşan on iki kişilik bir arkadaş grubuna Bulgaristan’da dahil oldum. Rakia (Balkanlara özgü meyve rakısı) ve şarap eşliğinde yenilen kebapçe (uzun köfte), şopska salad (peynirli çoban salata), baniçka (bir çeşit peynirli börek) gibi Bulgaristan’a özgü klasik tatlara Rodoplar bölgesinin yemyeşil ormanları, akarsuları, mağaraları, dağları, mis gibi havası eşlik etti. Derin bir yeşilin içinde kaybolmuştum adeta, masmavi akan bir gökyüzünün altında sarhoş olmuştum, beynimde “Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye, kimse bilmez, kimse bilmez” dizeleri.
Annemin babamın böyle güzel bir ülkeyi nasıl bırakıp geldikleri sorusu aklımda dolaşırken sevimli ve tipik bir Avrupa şehri olan Sofya’da eğlenceli günler geçirip anne-baba şehri olan Kırcaali’ye (Kardzhali) geldiğimde kendimi Türkiye’de sanmıştım.
Bulgaristan’da Türklerin en yoğun yaşadığı yer olan Kırcaali’de devlet kurumlarına işim düşmezse hiç Bulgarca bilmeden rahatlıkla dolaşabilirdim. Öyle de oldu, kulak aşinalığım olduğundan zorluk çekmedim ama bu bölge insanı ile hiçbir teması olmamış bir Türk’ün konuşulan aşırı kaba Türkçeyi takip etmekte çok zorluk çekeceğini düşünüyorum.
Kırcaali’de neredeyse her köşeyi döndüğümde karşıma çıkan yeşil parklar ve kafeler ilgimi çekmişti ama Bulgaristan’daki diğer bölgelere göre biraz bakımsız ve hüzünlü bulmuştum.
Ülkede ciddi bir işsizlik olduğundan gençlerin çoğu çalışmak için diğer Avrupa ülkelerine gitmiş, gidemeyenler de kafelerde vakit geçiriyorlardı. Orta yaşlılar piyasa ekonomisine alışamamış, düşük maaşlarla artan fiyatlara yetişmeye çalışıyor, yapabilenleri ek işler yapıyordu. Örneğin, bir ana okulu öğretmeni okul sonrası kocasından kalan tesisatçı dükkanını işletiyor, evinin bahçesinde beslediği tavukların yumurtalarını satıyor, yanı sıra patates, bal, güzellik ürünleri alıp satıyor, temizlik makineleri kiralıyordu.
İnsanlarda aşırı bir parasız kalma korkusu olduğundan mıdır nedir üç-beş “stotinka”nın (kuruş) bile hesabı yapılıyor, bir kahve ısmarlanması dahi karşı tarafta adeta minnetle karşılanıyordu.
Genel olarak özgürlük ortamından hoşnut olunsa da eski rejimi özleyenler de yok değildi. Parası az da olsa iş garantisi vardı, her yıl devlet ekonomik ve sosyal programına göre hangi okullara kaç öğrenci alınacağını planlıyor, belirlenen okullardan mezun olunduğunda da iş hazır oluyordu.
Yaşlılar ise biraz kaderlerine terk edilmiş gibiydiler. Yakınlarından maddi yardım almıyorlarsa oldukça düşük emekli maaşları evlere kapanıp hayatlarını zar zor sürdürüyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü baskıcı rejim altında geçirdiklerinden çoğu hâlâ telefonlarının dinlendiğini, evlerine yurt dışından misafir geldiğinde polise kayıt ettirmeleri gerektiğini sanıyorlar ve öyle de yapıyorlardı.
Kırcaali’nin bir AB şehri olduğuna dair benim gördüğüm işaretleri pazar yerinin üzerini kapatmak için yapılan çelik konstrüksiyon, Arda Nehri üzerine yapılan yürüyüş köprüsü ve şahit olduğum bir otopark tartışmasıydı. “Avrupa Birliği’nde yaşıyoruz artık, hiçbir şey yapamazsın” diye bağırıyordu taraflardan biri.
O yıllarda özellikle Türkiyeli emekliler için başka bir cazip yönü ise aynı gelirle Bulgaristan’da refah seviyesi daha yüksek bir hayat yaşayabilmeleriydi. Bu nedenle birçoğu yılın büyük bir kısmını burada geçiriyor, kış mevsimi aşırı sert geçtiğinden ve ısınma çok pahalı olduğundan sadece üç dört ay Türkiye’de kalıyorlardı.
İlk Bulgaristan ziyaretimden birkaç yıl sonra asıl sakinleri olan annem ve babamla Kırcaali’ye gittiğimde onlara 67 yıl sonra doğdukları yerleri gösterme misyonumu yerine getirmiş oldum. Okudukları okul restore edilip tarih müzesi olmuş, doğdukları evler yıkık dökük de olsa yerlerinde duruyorlardı. Kırcaali’deki eski Türk mahallesinin yüzde sekseni harap haldeydi ama tanınabilir durumdaydılar, restore edilen evlerin sayısı ise en fazla beşti. Devlet oradaki evlerin tamamının restore edilip turizm için bir cazibe merkezi yaratmayı planlamıştı ama bunun için kaynak yaratmamıştı, ev sahiplerinin de maddi gücü olmadığından taş evler sessizce kaderlerine boyun eğmişti.
Annemle babamın gözlerindeki merak, heyecan ve hüznü bir arada görmek beni de karmakarışık duygularla baş basa bırakmıştı. Çok genç ayrıldıklarından gidemedikleri ama büyüklerinden duydukları Bulgaristan’ın incisi Sofya’yı görmek ise onlar için ballı kaymak olmuştu. Başkentin birçok yerinde rastladıkları Osmanlı izleri onları da gururlandırmıştı.
Kısa bir süre önce yaptığım son Kırcaali seferimde bu kez devlet dairelerine de işim düştü, işte orada tam olarak idrak ettim başka bir ülkede olduğumu zira Türk memurlar bile Türkçe konuşmuyor, evrak işlerinde hiç yardımcı olmuyorlardı, neyse ki yanımda Bulgarca bilen bir Türk arkadaşım vardı. Bankadaki işlemler ise beni iyice bezdirmişti, eski usul form doldurduktan sonra 50 levayı transfer etmek nerdeyse yarım günümü almıştı. Genel olarak da bütün kurumlardaki işler ağır ilerliyordu.
Bu kadar yıl sonra bir Avrupa şehri olarak biraz daha Avrupa’ya benzemesini beklediğim bu şehir olduğu yerde sayıyor gibiydi. Değişen tek şey daha fazla gencin yurt dışına gitmiş olması, sokaklarda ellerinde içki şişeleriyle dolaşan daha fazla yaşlı; sonbahardan da olabilir, daha fazla hüzün olmasıydı.
Sokaklardaki en güzel şey, sarının ve kırmızının bin bir tonuyla yerleri bir halı gibi kaplayan yapraklardı, Balkanların muhteşem doğası yine sürprizini yapmıştı.
Benzin istasyonunda çalışan genç bir Türk memnundu hayatından ve Bulgaristan’da olmaktan, gülerek anlatıyordu.” Veterinerim ama pompacılık yapmak daha çok işime geliyor. Ne işim var Türkiye’de? İstanbul’un havası çok pis, hem orada çok Kürt var.” “Ne olmuş Kürt varsa” diyorum, nedenini kendisi de bilmediğinden olsa gerek, “Yok ya, ben istemem” diye cevap veriyor ve devam ediyor, “Burada hava mis gibi, ah sen bir de Avrupa’yı görsen…” Gülümsüyorum.
Kırcaali yerinde sayıyordu ama Kırcaali halkı tuvalet kağıdı, deterjan, zeytinyağına kadar tüm ihtiyaçlarını karşılamak için ortalama ayda bir kez, iki saat uzaklıktaki Edirne’ye alışverişe gidiyordu zira beş altı yıl önce 1.5 TL olan Leva önce 5’e, şimdilerde 11’e yükselmiş, trafik tersine dönmüştü. Türkiyeliler bir başka baharı bekleyecekti artık emekliliklerini geçirmek için, demek ki boşuna söylememiş İbn-i Haldun “coğrafya kaderdir” diye.
Artık ben de eskiden olduğu gibi aklıma estiğinde Bulgaristan’a gidemeyeceğim, bakalım trafik bir daha ne zaman tersine dönecek ya da dönecek mi?
Deniz Ersoy (mahlas)