Olay çok yeni değil ama ben yeni öğrendim. 21 yaşındaki genç bir kadın İstanbul’a çok yakın bir kasabada aylarca doktor olarak çalışmış hatta ameliyatlara girmiş bu sene.
Benzeri hikâyeleri daha önceden de duymuştum ama ilk defa bir sahte doktor hikâyesine ilgi duyup hakkındaki gazete haberlerinin hepsini okudum. Çünkü bu kadar erken yaşta dolandırıcılık beni özellikle cezbetti.
Ayşem takma adını kullanan Ayşe adındaki bir kızcağız liseyi bitirip üniversite sınavlarına girdiğinde annesi ve üvey babası ile birlikte yaşıyormuş. İstanbul Tıp Fakültesini kazandım diye ailesinden ayrılıp İstanbul’da bir yurda kayıt yaptırabilmesini telefonuyla oluşturduğu bir sahte belgeyle sağlamış. Ailesi tıp okuyor sanısıyla harçlığını göndermiş, o da oluşturduğu sahte öğrenci kartı ile Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerinde dolanarak vakit geçirmiş.
Öğrenci kimliği olduğu halde derslere girmeye ilgi duymamış ama yemekhanelerinde yemek yemekten kaçınmamış. Yıllar böyle geçmiş. Bir tatilde annesi hastalanınca onu götürdüğü kasaba hastanesinde kendini doktor diye tanıtmış. Gel git, oradaki personelle ahbaplık kurmuş, kendini sevdirmiş. Bu arada kendisine tıp fakültesini birincilikle bitirme plaketi bile yaptırmış. Aynı hastanede yakınlaştığı bir doktora çocuk cerrahı olmak istediğini söylediği için onun gözetiminde ameliyathaneye de girer olmuş. Edindiği asker bir sevgiliye ameliyathaneden fotoğraf gönderir, hastanenin içinde doktor kıyafetleri içinde onunla buluşurmuş. Bir gün bir buluşmaya hastanenin yemeğine katılacağım diye gitmemiş.
Sevgilisi şüphelenip araştırınca o akşam hastane yemeği olmadığını öğrenmiş. Meğerse kızın başka bir sevgilisi daha varmış. Asker sevgili işin peşine düşünce kızın asıl foyası ortaya çıkmış. Basına manşet olmuş. Cezaevine atılmış, birkaç ay sonra da pişmanlığı göz önüne alınarak salıverilmiş.
Ben bu olayı bir hekim grubunun iç tartışmasından öğrendim. Büyük çoğunluk cezaevinden çıkarılmasına karşı çıkarken “ya boş verin, bir çocuk bir hata yapmış, ne olacak ki” diyen bir hekimin tepkisini okurken de dumura uğradım. Asparagas haber değil bu, yıllarca katmerlenerek sürdürülen bu yalan dolanın ayrıntıları için siz de gazetelerdeki kızın itiraflarını okuyun benim gibi.
Tesadüf bu ya, bu dolandırıcı kızın haberini öğrendiğim gün bir başka dolandırıcılık daha sosyal medyada viral oldu. Ancak bu seferki çok eskiye dair. 1950 yılında İstanbul’da sahte bir polis karakolu kurulmuş. İstanbul’un göbeğinde Sirkeci bölgesinde emekli üç polis bir bina bulup kendilerine bir polis karakolu kurmuşlar. Normal bir karakol gibi döşeyip normal işlev de kazandırmışlar. Sonralarda bir gün çikolata yaptırıp yeni atanan emniyet amirine ziyarete gitmişler, işlerin çokluğu ve personel yokluğundan yakınıp bu karakola 3 başka polisin atanmasını da sağlamışlar. Yıllarca işlerini ve de çevre esnaftan haraç kesmelerini başarıyla sürdürmüşler. Çok sonrasında geçici görevle bu karakola gönderilen işgüzar bir polis “bizim karakola niye yakacak ikmali yapılmıyor” diye ortalığı karıştırınca aslında böyle bir karakolun var olmadığı açığa çıkmış.
Bu sahte karakol açığa çıkınca ne olmuş dersiniz? İş İstanbul Emniyet Müdürüne kadar yansımış. Çözümü de o bulmuş. Bu üç polise “ailelerinizi de alıp İstanbul’dan gidin, ortadan kaybolun” demiş. Sahte karakol da evrak işleri uydurularak sahiciye çevrilmiş. Böylece konu usturupluca kapatılmış.
Yıllar önce bugün Suriye’den gelenlere benzer biçimde Bulgaristan’dan gelenlere kolaylıklar sağlanıyordu. Bu kapsamda hiçbir eğitim ya da kurstan geçirilmeden bizim hastanemize de göçmen hemşire ve hekimler atandı. Çoğunluğu sessiz ve terbiyeli insanlardı. Hiç bilmedikleri bir sistemin içinde kendilerine yer bulma çabasıyla oldukça da çalışkanlardı.
Genellemek her zaman hatalı olur, tembeli ve hırçını da vardı elbette. Bizim klinikte de iki asistan göreve başlamıştı. Asistanlığa başlamak TC vatandaşı doktorlar için sınavla olduğu halde onlar hükümetin rızası sayesinde açıktan atanmıştı. Bunlardan biri hakkında olumsuz fikrim pekişmişti. O sıralar tek sorumlusu ben değildim ama hekim eğitiminde görece bir görevim vardı. Acil nöbeti sırasında yaptığı saçma sapan tedaviler hemşire ve diğer hekimler tarafından bildirildikçe bu asistan iyice radarıma girdi. Kendisini yakın markaja aldım. Sorarak ve sorgulayarak ondaki sorunun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sonunda anladım ki adam hekim falan değil. Konuyu kliniğin şefine bildirdim. Şefim bana pek inanmadı. “Sağlık Bakanlığı evraklarını incelemeden atamasını yapmaz. Bulgaristan’da 4 sene nöroloji asistanlığı bile yapmış, sonuçta sadece uzmanlık sınavına girmediği için nöroloji uzmanı olamamış. Üstelik bak kaç yaşında adam, yalan söyleyecek hali yok ya” dedi.
“Bırakın nöroloji uzmanı olmayı, bence doktor bile değil” diye direttim. “Bakanlıktan evraklarını incelemelerini isteyin, sahte evrak sunmuş olmalı, kontrol edilsin” diye üsteledim.
Böyle bir durumda en azından o kişinin bir kenara çekilip bilgi ve görgüsünün kontrol edilmesi gerekmez mi? Edilmedi. Aşırı ısrarım üzerine klinik şefim kendini şöyle savundu: “Ben ona daha önce hep yüksek notlar verdim. Şimdi bunu bildirirsem ya da düşük not verirsem olmaz. Kendimle çelişmiş olurum.”
Bizim memuriyet yasamız gereği amirler kendi yetki alanındaki memurlar hakkında daha üst makamlara 6 ayda bir rapor gönderirler. Bu raporlarda memurun hem mesleki bilgi ve deneyimi hem de kuruma ve devlete bağlılığı değerlendirilir ve derecelendirilir. Benim sevgili şefim daha önce nedense ona bolca not verdiği için, kendi başı yanmasın diye durumun üstünü örtmeye çalıştı, daha doğrusu olan biteni duymadı görmedi bilmedi. Klinikte tek yetkili şef olduğu için de ona hiç bir şey yapılmadı, asistanlığı devam etti.
Nöbete kalmasın, kendi başına hasta sorumluluğu almasın demem de işe yaramadı. Yasal asistanlık süresini tamamladı ve sonunda zorunlu olan uzmanlık sınavına da girdi. Ancak uzmanlık sınavını geçemedi (ki bu pek sık rastlanan bir durum değildir) ve böylece nöroloji asistanlığı hukuki bir sonucu olmadan sonlanmış oldu.
Aradan yıllar geçti. Yüz felci olmuş ama tedavisi başarısız olduğu için bizim hastaneye başvurmuş bir hanımı muayene ediyordum. Kendisine yapılan ilk tedavinin reçetesini gösterdi. Reçete serbest çalışan bayan bir çocuk hekimine aitti ve hasta “doktor bey bu ilaçları verdi” diye anlatıyordu. Doktor hanımlara doktor bey denmesine alışkınım. Ancak erişkin birinin yüz felcine niye bir çocuk doktorunun reçete verdiğini merak edip sorduğumda, kendisine kadın doktorun muayenehanesinde birlikte çalıştığı bir erkek nöroloğun baktığını öğrendim. Tedavi o kadar yetersizdi ki ister istemez bu cahil doktorun kim olduğunu merak ettim. Hastanın tarifi tıpatıp uyuyordu. Bizim klinikten uzman olamayan o kişi sanki uzmanmış gibi özel bir muayenehanede hasta bakmakta ve muayenehanenin yasal sahibi olan kadın hekimin reçetesini de kullanmaktaydı.
Muayenehane Bulgar göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdeydi. Kadın hekim de göçmendi. Muhtemelen memleket dayanışması sergiliyordu. İstanbul Tabibler Odasına denetim yapsınlar diye durumu bildirdim. Sonra da unuttum. Bu hikâyeyi muhtemelen bir daha hatırlamayacaktım, bir gün kendisi “bir kahveni içmeye geldim” diye hastanedeki odama kadar gelip bana şunları söylemeseydi:
-Bak Nevin, ben seni severim, sen beni niye sevmiyorsun bilmiyorum. Ben senin baban yaşındayım. Ne alıp veremediğin var benimle anlamıyorum. Ben bu işe yıllarımı verdim. Sen dünkü çocuk, beni beğenmiyorsun da bana nörolokluk yaptırmıyorsun. Ben senin ekmeğinin ortağı mıyım? Bu ne hırstır, neyi paylaşamıyorsun benimle? Nedir nöroloji diye diye övündüğünüz Allah aşkına? Bir bildiğiniz aspirin yazmak, bir de işte Epdantoin var. Bu mudur yani benimle paylaşamadığın?
Bu haddini bilmez pişkinliğe ne cevap vereceğimi bilemedim. Donup kaldım. İnsan beklenmedik saldırılar karşısında gerçekten nasıl davranacağını bilemiyor. Ancak bu ve benzer hikâyelerin, sahtekarlar tarafından çok seyirciler tarafı benim ilgimi çeken. Örneğin şu sahte doktor kızın ailesinin ve yakın çevresinin olan bitenden hiç haberi yokmuş. İşte işin bu kısmına takılıyorum ben. Oluru yok ama hadi annesi ve babalığı tıp fakültesinin 6 yıl sürdüğünü bilmiyorlardı diyelim. Ben okulu birincilikle bitirdim diye plaket yaptırıp ortalığa dökülen bu kızın hiçbir akrabası ya da komşusu da mı bilmiyordu da, 17 yaşında liseyi bitiren birinin 20 yaşında tıp fakültesinden mezun olduğuna inanıldı. Ben 25 yaşındayım dediğine inanıp onu ameliyathaneye sokan ve ameliyat sonrası yara yerini diksin diye hastasını teslim eden cerrah, nasıl oldu da fakültede teorik ders bile almamış birinin doktor olmadığını onca zaman anlayamadı. Bu senaryoda yalancı ve dolandırıcı sadece kişinin kendisi olabilir mi? Peki üç kafadar polis, olmayan bir karakolu var ettiler, zaten işi bildikleri için güzelce de işlettiler, tamam. Ancak çikolatasını alıp ziyaretine gelen bu polislerin isteği üzerine 3 yeni polis tayin eden müdür, hangi evraklarla atama yaptı olmayan karakola. Olamaz ya hadi onun da bir oluru var diyelim. Sonunda İl Emniyet Müdürü durumu açıkça öğrendiği zaman bu konuyu hukukun ellerine teslim etmek yerine nasıl bir görgü mukabilinde olayın üstünü örtüverdi?
Aynı gün öğrendiğim bu iki dolandırıcılık haberi, kendi duyduğum ya da bildiğim başkalarını da çağrıştırıverdi işte böyle. Gitmediği okula gittim diyenler, atıldığı okulu bitirdim diyenler, çıraklığını yaptığı işin üniversite diplomasına sahip olduğunu iddia edenlerle etrafımız dopdolu ama hepsini anlatacak değilim. Sizin de böyle birçok tanıklığınız olduğundan eminim çünkü enderi nadirattan değil bu hikâyeler. Bazı insanların kolayca yalan söyleyebilmeleri ve yalan dolanla kendilerine gerçekmiş gibi bir dünya kurmaları çok da şaşırtıcı gelmiyor öyle değil mi? Ancak “duymadım, görmedim bilmiyorum”cuların varlığı, dolandırıcıların varlığından daha vahim değil mi sizce de?
“Diploma nerede” sorusu yeniden gündem oldu da, ona çakma diploma üretenler nedense gündemde pek yer tutmuyor. Üniversite mezunu olmadan başkan olana duyulan tepki ona fahri doktora cübbesi sunanlara duyulmuyor. Sonuçta yalan dolanla cumhura başkan bile olunan bir ülkenin vatandaşı olmamızda asıl kabahat dolandırıcılardan çok iş birlikçilerde ve de her şeyi bilip de hiçbir şey bilmeze yatanlarda değil mi?
Çuvaldızı kendimize batırmadan bu bataktan çıkamayacağımız gün gibi ortada değil mi?
Aaa bak, kuş uçtularla nereye kadar…