Dr. Nevin Sütlaş
Yerinden yurdundan sürülmediği dönemde, Kadıköy’ün meşhur Salı Pazarı’na çıkmıştım. Mahşer yeri gibiydi: İğne atsan yere düşmez bir kalabalık içinde canhıraş bir çığlık duydum: BUZZZZ!
Bağıran yer cücesi, ufacık bir oğlan. Sesi boyundan büyük. Ödümü patlattın diye bağırdı kadının biri. Vurmak için kaldırdığı elini o minicik surata indiremedi; sevimliliğine kıyamadı. Hadi ver bakayım bir tane, diye sattığı suyu satın aldı, öfkesi yüzünden özür dilercesine. Çocuk suyu verip parayı alırken tekrar çığlık attı, sanki az önce kurtulduğu tokatta aklı kalmış gibi: BUUUZZZZZ. Bağırmasıyla koşarak kaçması bir oldu.
Gördüğüm manzara yüzünden alışverişi falan unuttum, düştüm peşine. Çocuk, kalabalığın ayakları arasından sıyrılıp fırtına gibi dolanıyor pazarın sokaklarında, ben de yetişmeye çalışıyorum ardından ama ne mümkün erişmek hızına. Neyse ki ha bire patlayan “BUUUZZZ” var izlememi sağlayan. Az gittik uz gittik, sonunda annesini gördüm çiçek tezgâhının başında. Çingene veledi paraları saydı anasının avucuna, yeni şişeleri kaptığı gibi buzluktan, yeniden çıktı buzzz çığlığı turuna… Bu oğlanı tanıdım ben, o yüzden düştüm peşine. O bir TS…
Psikiyatri bölümünde rotasyoner doktor olarak çalışıyordum. Nörolojide de, psikiyatride de siz sadece erişkine bakabilirsiniz, çocuk hasta göremezsiniz, denmemişti henüz. İlkokula giden bir kız çocuğunu getirdiler, genel polikliniğe. “Biz dövmekten bıktık, o dayak yemekten bıkmadı” diye umursamazca anlatıyordu babası. O kadar yaramazmış.
“Kız mı erkek mi bilemedik ki biz bunu, düz duvara tırmanıyor oğlan gibi” dedi. Çocuk bu sırada başı yerde oturuyor. Oturuyor ama el ayak kıpır kıpır. Önce ben bir yalnız görüşeyim diyerek aileyi odadan çıkardım. Okulunu, ana babasını falan sordum. Uzun uzun konuştuksa da dönüp dolaşıp geldiğimiz yer hep dayak. Anlaşıldı ki baba dövüyor bu çocuğu, anne dövüyor, öğretmen dövüyor, arkadaşları dövüyor, komşular bile dövüyor.
Niye herkes seni dövüyor, dedim. Öylesine kabullenmiş ki durumu, gözümün üstünde kaşım var dermiş gibi, yaramazım da ondan, dedi. Ne gibi yaramazlıklar yapıyorsun mesela, dedim. Pis laflar söylüyorum diye kızıyorlar, dedi. Ama onlar da beni dövüyor, diye ekledi. Anneyle görüştüm sonra. Evet, dövüyoruz ama ne yapalım, baş edemiyoruz ki, dedi. Ne yapıyor, dedim. Evden kaçıp bakkala gidiyor, ben sana âşık oldum benimle evlen diyor mesela, dedi. Kapının önünden geçen yabancılara ş’apsana ş’apsana diyor mesela, dedi. Allah böyle belayı düşmanıma vermesin, bağladık olmadı, odaya kitledik olmadı, baş edemiyoruz biz bununla bir türlü. Öğretmen de her gün şikâyet ediyor, Bakırköy’e, Psikoloğa falan götürün, o da olmazsa okuldan atacağız, dediler. Getirdik işte bakalım, dedi. Bir umudum sende ama senin de bir şey yapamayacağını biliyorum bakışı eşliğinde… Bu kızı tanıyorum ben. O nedenle genel poliklinikten çektim, kendi özel takibime aldım. O bir TS çünkü…
Odamda hasta bakıyordum. Dışardan gelen yüksek oktavlı küfürler yüzünden hastama konsantre olamıyordum. Ben neyse ne de kliniğin düzeni bozulacak. Odamın hemen yanı Yoğun Bakım Birimi, gürültü de yoğun bakım hastalarının can düşmanı. Ardı ardına yinelenen küfür dizisi, odamda avaz avaz çınlarken elbette komadaki hastaların beyin basıncını da artırıyordur. Baktım olmayacak, odamdaki hastayı daha işi bitmeden dışarı çıkardım, küfredip duranı aldım onun yerine. İçeri girer girmez bir öpücük attı bana kapının eşiğinden. Kusura bakma doktor hanım, benim huyum bu, dedi tekrar öpücük attırırken.
Bir öpücük bir küfürle başladı görüşme, öyle sürdü muayene boyunca. Küfürler de yakası açılmamış cinsten. Dile getirilişi de karşı binadan duyulacak kadar yüksek perdeden. Bir de tükürüyor ki hiç durmadan, odamın sağı solu balgama sıvandı. Tam muayene edeceğim, yanına yaklaşmamı fırsat bildi, memeni tutayım mı, dedi. Soru gibi değil, tükürür gibi bir çırpıda çıktı laf ağzından. Özür dilerim doktor hanım, ağzım söylüyor ben değil derken gene, memeni tutayım mı, memeni tutayım, diye tekrarladı.
Bak aramız bozulacak; geldiğin yere geri göndereceğim çeneni tutamazsan, dedim. Söz verdi hemencecik, bir daha bana öyle şeyler demeyecekti. Gene öpücük, gene sunturlu geldi ardından. Muayeneden falan vazgeçtim. Nesi olduğunu çoktan anladım nasılsa, bu çok ama çok ağır bir TS vakası..
Yurt dışına gidiyorum, uçağın kapısına ek bir güvenlik kontrolü daha koymuşlar. Bir adam tek tek yeniden kimlik bakıyor, zaten bu kontrolü yapmış olan yer hostesinden sonra ve uçağa binişte zaten yapacak olandan önce: Kontrolün de kontrolü ba’bında. Kontrolör olan bu adam altmışlı yaşlarda. Ağzı durmadan hareket ediyor sanki konuşuyormuş gibi, konuşmadığında bile. Ben her tür sıradan nefret ederim, uçağa binme sırasından da elbette. Oturduğum yerde bekler, kuyruk bitip herkes binince en son teşrif (!) ederim uçağa. Bu kez de durum aynı, yan gözüm uçağın kapısında, dört gözüm etraftaki insanları incelemekteydi ki bu adama kilitlendim. Sadece ağız hareketleri yapsa tanı kolay, yaşı da uygun, “Orabukkal Diskinezi” diyeceğim, hatta daha da ileri gidip eskiden içtiği psikiyatrik ilaçların yan etkisi ortaya çıkmış herhalde, deyip rahatlayacağım. Ancak arada bir boyun atıyor adam. Arada bir ensesini omzunu kasıp bırakıyor, kafasını savuruyor. Baktım olmayacak, yerimi değiştirdim. En öne tam onun karşısındaki koltuğa taşındım. Adam ne de olsa güvenlikçi, çok da dikkatini çekmemek lazım ama tanım kesinleşmedi ya, gözlerimi alamıyorum üstünden. Sonunda ikna oluyorum, evet evet, bir TS bu. Bu yaşta bir insanda bu kadar da TS hareketi hâlâ olur muymuş ki? Bunu bilmiyordum. Adamın başını boynunu oynatmasını izleye izleye öğrendim, demek ki bu yaşa da sarkıyormuş.
Rastlantının da anca bu kadarı olur. O uçuşun iki gün sonrası Tunus’ta bir toplantıda bildiri sunuyorum. Oturum başkanı Fransız. Konusunda dünya çapında tanınmış bir nörolog. Aynı konuda çalışan bir derneğin de başkanı. Çok prestijli bir nöroloji dergisinin de editörü. Anlayacağınız adam benim konuştuğum konunun bir numarası. Onun başkanlığında konuşuyor olmamın verdiği ayrı bir heyecan var. Sunumumu izleyicilerden çok ona yapıyor gibiyim, gözüm öyle üstünde. Adamsa oturduğu masanın arkasında kıpır kıpır, sanki heyecanlanması gereken ben değilim de o. Önce anlamıyorsam da baktıkça görüyor, sonunda fark ediyorum tiklerini. Öyle güzel yönetiyor, öyle başarıyla gizliyor ki hepsini. Boyun tiki geldiğinde başını çeviriyor, bir şeye bakıyormuş gibi yapıyor. Ses tiki geldiğinde öksürüyormuş gibi yapıyor. Ama baş-boyun “hareket” tikleri, ağız-boğaz “ses” tikleri yani bütün tikleri eksiksiz var ve sadece ben konuşurken değil, bütün konuşmalar boyunca yoğun biçimde devam ediyor hepsi
Sonra, başka oturum başlayıp kürsü yerine izleyici sırasına geçtiğinde, yatışıyor hocanın tikleri. Benim için çok ilginç bir gözlem bu. Ne kadar ünlü, ne kadar deneyimli olursan ol, kürsüde olmak gene de heyecan verici demek ki. Üstelik o kadar ileri yaşta bir TS’de hâlâ ses ve hareket tiklerinin devam ediyor oluşu ayrıca ilginç. Bütün bu tiklere rağmen, en üst düzey kariyere erişebilmesi de ilginç mi ilginç.
Ben bu seyahat öncesinde TS’yi yani “Gilles de la Tourette Sendromu”nu iyi bilirim sanıyordum. TS’li pek çok çocuk görmüştüm. Genç erişkinler de görmüştüm. TS konusuna özel merakım da vardı. Bu konuda yazılmış harika bir çocuk kitabını kız kardeşim Sevim Öztürk bulmuş, telif haklarını almış ve çevirmişti, ben de editörlüğünü yapmıştım. Bütün öğretmenler TS öğrensin de bu çocuklara hak ettikleri gibi davransınlar istediğimiz için, kız kardeşimle el ele vermiş bu kitabı Milli Eğitim Bakanlığına, o olmayınca tek tek okullara satmak için çalışmış ama becerememiştik. (Kitapçılarda da satamayınca mecburen kız kardeşimin cebinden çıkan basım masrafı falan yanına kâr kalmıştı. Ne onun ne de benim amacımız zaten kitaptan para kazanmaktı. Ancak satabilseydik geri dönen parayla benzer başka kitapları da satın alıp çevirecektik. Olmadı, hepsi ayrı bir hastalığı anlatan o muhteşem serinin sadece üç kitabını çevirip bastırabildik, o kitaplara yatırılan para geri dönmeyince proje de yarım kaldı.)
Ben bu resimli çocuk kitabını önüme gelene hediye etmiş, her fırsatta yakaladığım herkese TS nedir, onlara nasıl davranılmalıdır, diye eğitimler yapmıştım. Ancak anlaşılan oydu ki hiç yaşlı TS görmemişim. İki gün arayla, önce İstanbul Havaalanı’nda sonra Tunus’ta iki yaşlı TS görünce şaşırmamsa şaşırtıcıydı. Demek ki sadece bilmek yetmiyordu, deneyim denilen şey böyle bir şeydi. Bu deneyim beni etkiledi. TS’nin kariyer yapmanın hatta kariyerin en üst noktasına kadar erişmenin önünde engel olmadığını biliyordum ama gerçekten anlamamı sağladı.
Salı pazarındaki çingene kadın, oğlunun TS olduğunu çok büyük bir ihtimalle bilmiyordu. Ancak onun durmadan bağırtı kopardığını fark edip, eline şişe verip su satışına çıkarması, böylece bağırtılarına bir işlev kazandırması bence gerçek bir yönetim başarısıydı. Keşke akıl edip o gün o anneyle konuşsam ve sağduyusu için tebrik etseydim.
Bakkal dâhil gördüğü herkese ilanı aşk eden yaramaz küçük kızın annesine de üç adet kitap vermiştim. Birini evde tutsun, birini çocuğunun öğretmenine birini de okul müdürüne versin de varsa okul kütüphanesine konsun diye. O kitapları kimse okudu mu bilmem. Zaten annenin okuması yazması olduğundan bile emin değilim. Sanıldığının tersine, öğretmenlerin çoğunun kitap okuma alışkanlığı olmadığından ise eminim. (Bu lafımı saldırı gibi algılayıp savunuya geçecekler için söyleyeyim: Milli Eğitim Bakanlığında 1980’lerde üç yıl hekimlik yaptım, o sırada tanıştığım yüzlerce hatta binlerce öğretmen sayesinde çoğunun kitap falan okumadığını iyi biliyorum.)
Sonuçta çabamın bir etkisi oldu da o kız çocuğunun yediği dayaklar azaldı mı bilemedim. Çünkü bir kez daha geldikten sonra takipten düştüler. Keşke o çocuğun da Fransız nörolog kadar şansı olsaydı da eğitimli bir toplumda doğsa ve de kendisi de bir eğitim elemanı olsaydı ama sanırım katı eğitimcilerin kurbanı oldu…
Mememe göz diken küfürbaz delikanlı ise yıllarca gelip gitti. Tanısı ve tedavisi çok geciktiği için durumu çok ağırlaşmış bir vaka olduğundan, çok büyük bir düzelme olmadı durumunda. Ancak artık bana sataşmıyordu, etrafına da. O nedenle ailesi ve çevresi ile ilişkileri de kısmen yoluna girmişti. Dışlanan değil yönetilebilen biri olmuştu sonunda.
Nereden öğrendiyse öğrenmiş çiçek düşkünlüğümü keşfetmişti. Her gelişinde Bakırköy’ün uçsuz bucaksız bahçesinden yolduğu bir demek kır çiçeğiyle geliyordu kontrol muayenesine. Sen seviyorsun diye topladım, yoksa benim ne işim olur çiçekle böcekle, diye de özür diliyordu. Sonra kesildi gelmeleri. Sanırım hayatını idame ettirmenin bir yolunu buldu sonunda. Ben onu ilk gün odamı sıvadığı balgamlar temizlenirken belleğime yerleştirmiştim, sonra çiçekleriyle kendi yerini kendi temizledi.
Ben çok TS gördüm. Hem hekimliğimde, hem de sokaklarda. Bilmediğiniz şeyleri görmeden geçiveriyorsunuz da sadece bildiğinizi görebiliyorsunuz ya, benim de o yüzden çarşı pazarda birilerini görüp TS olduğunu düşünmüşlüğüm, hiç tanımadığım bazılarına durup dururken sorup, kendi durumundan haberdar olmadığını anladıklarımın eline adımı yazdığım bir kâğıt parçası tutuşturup muayene etmek için hastaneye çağırmışlığım çoktur.
Biz bilmesek de, görünce anlamasak da, hatta kendimizde ya da ailemizde olduğu halde hiç farkına varmasak da, TS sandığımızdan çoktur. Kimine göre bin kişiden birkaçı TS’dir, kimine göreyse her yüz kişiden birkaçı. Öyle ya da böyle, TS enderi nadirattan bir durum değildir. Kiminin çok hafif tikleri var; fazla çaktırmadan idare edip gitmesini beceriyor, kimininki ayyuka çıkmış durumda; toplum dışına itiliyor. Hemen herkesin etrafında TS’li biri var sonuçta.
Bilsek öğrensek de onlara da her bir birey gibi hak ettikleri saygıyla davransak iyi olmaz mı?
Not: Bu yazı 2022 yılında yayınlanan “Gece Gündüz Beyin” kitabımından. Kitapta bu örnekler dışında bilimsel bilgi de var. Burada yayınlamamın nedeni ise geçen haftaki yazımda söz ettiğim çocuk kahraman Aneeshwar Kunchala. Eğer Youtube’da onun eski videolarını izlerseniz ( https://www.youtube.com/watch?v=Kbvo-eml1JA ) konuşurken ağzının etrafında oluşan hareketleri fark edebilirsiniz. Görmeden bilmeden bu çocuğa TS tanısı koymuş değilim elbette. Ancak tikleri olduğu açıkça görülüyor ki o yaşta pek çok çocukta (TS olmayan çünkü sonradan tamamen geçen) tikler mevcuttur. Ancak tikleri olan bir çocuğu (Aneeshwar) ezip ötekileştirmeyen, en hafifinden sanki suçluymuş gibi gözlerden saklamaya çalışmayan dünya ile bizim alıştığımız dünya aynı dünya mı?
Tikleri olanlara yaklaşım sosyokültürel kapasitenin bir göstergesidir. Derdimi kestirmeden anlatamayıp örnekleri çoğalttığım için bu yazı çok uzadı ama hala demek istediğim her şeyi diyemedim. Tikler diyorum…
Yeşilçam filmlerinde kötü adam olmanın simgesi sayılan tikler…
Gündelik hayatta alaya alınan, dalga geçilen tikli bireyler…
Bir sağlık sorunu olduğu bilinmeyen tikler…
Ahhh eğitim, vahhh eğitim dedirten tikler….
Son olarak size bir itirafta bulunayım, özellikle sempatim var, tikleri olanları ben çok seviyorum. Siz de sevin istiyorum.