Dr. Nevin Sütlaş
Mesleğimi sürdürürken yurt dışı toplantılarına gitmeye bayılırdım. Hem bilimsel açıdan hem de turistik açıdan. Mesleki amacımı hiç unutmadan yani toplantı zamanlarından çalmadan, gittiğim yerin tadını çıkarma konusunda adeta “master” yapmıştım.
Ancak Hamburg’da bir toplantıya katılacağım kesinleştiğinde aynı coşkuyu taşımıyordum. Öncelikle bu şehir hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Aklımda bir “endüstri şehri” lafı kalmış. Ülkemden alışkın olduğum üzere, endüstri denince gözümde tüten fabrikalar canlandığı için, bu mesleki gezi turistik açıdan beni hiç heyecanlandırmamıştı. Ancak bundan daha önemlisi o günler hayatımın en zor günleriydi. Kendimi ölümden beter bir çıkmazda sıkışmış hissediyordum. Öylesine bitik durumdaydım ki şevkle bağlı olduğum mesleğimi bile gözüm görmez olmuştu. İşte tam da o nedenle gitmeye karar verdim. Hayatımın olağan seyrinden sıyrılmak belki de bir nebze rahatlamamı sağlar, diyerek gittim. Kelimenin gerek anlamıyla şok oldum. Çünkü karşımda harika bir şehir buldum. Hemen her konuda, ünlü olan ile gerçekten kaliteli olanın farklı olması gibi bir farktı bu. Hamburg, Paris ya da Londra gibi ünlü bir şehir değil ama gerçekten çok kaliteli bir şehir. Endüstri şehri beklentisinin tersine de yemyeşil bir şehir. Bütün kasvetime rağmen gezdim, gördüm ve bayıldım Hamburg’a. Derdimi çözmediyse de acımı azalttığı için, iyi ki gelmişim dedirterek anılarımda özel bir yer edindi.
Bu seyahatimin üstünden 10 yılı aşkın süre geçtiği için Hamburg’u unutmuştum ki bugünlerde aklıma düştü. Nedeni ise algler. Alg nedir bilmeyenler için önce minik bir hatırlatma yapayım. Evrimin cansızdan canlıya dönüşümü su içinde gerçekleşmiştir. Önce tek hücreli, sonra çok hücreli derken ilkel canlılar oluşmuş, sırasıyla bitkiler hayvanlar ve insanlar ile evrim basamakları ilerlemiştir. Bu sıralamada sudan karaya doğru da bir evrilme vardır. Sudan karaya ilk çıkan canlılar ise alglerdir.
Dönüşümün bu aşamasında, su kıyılarındaki kayaların üstüne tutunarak taşların yüzeyini bir halı gibi örten bu yosunumsu basit canlıların en büyük marifeti ışığı enerjiye dönüştürüp o enerji ile yaşamayı becermiş olmalarıdır. Işık enerjisini hücresel enerjiye dönüştürebildiği için (fotosentez) biyoloji derslerinde öğrendiğimiz, bitkilerdeki “klorofillerin” atası alglerdir. O nedenle de renkleri çoğunlukla yeşildir. İşte o yeşillik ki zamanla bütün dünyayı istila etmiş, eğrelti otundan çimene, çalılardan görkemli ağaçlara varana kadar aklınıza yeşillik adına ne geliyorsa hepsine atalık etmiştir.
Yeşillik lafı gibi yeşil de bir simge renk. Nasıl bitkiler yeşilin binbir tonunda olduğu gibi sarısından kırmızısına başka renklerde de olabiliyorsa algler için de bu geçerli. Ben görmedim ama Amerikan Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nde bulunan koleksiyonda 320 binden fazla alg çeşidi varmış. Sadece tür sayısı bile dünyanın alg zenginliğini tahayyül etmeyi zorlaştırıyor.
Bir canlı ne kadar ilkelse o kadar da dirençli olur, kuralından hareketle, alglerin dünyanın her yerinde yaşayabildiğini eklemeliyim. Kuzey Kutbu’nun buzullarında da, Ekvator’un haşlak sularında da, göllerin sığ kıyılarında da okyanusun depderin yerlerinde de farklı türden algler mevcut. Bu farklılık renklerini, büyüklüklerini, görünümlerini ve içerdikleri yaşamsal parçacıkları da farklılaştırmış. Örneğin sığ sularda yeşiller, 50 metre derinliğe kadar kahverengimsi olanlar, 100 metreye doğru kırmızılar yaşıyor vb. Algleri biz çoğunlukla yanlış yere “yosun” diye adlandırıyoruz. Oysa yosunlar yeşil alglerden evrimleşmişlerse de alglere göre daha üst basamak canlılardır. Geçiş formu olan alglerden farklı olarak yosunlar bitkidir. Pislik sanarak göz ucuyla bakmaya bile değer bulmadığımız çevre kirliliğinin örneği olarak resmetmeye alıştığımız o algler ki iyi bir fotografçının çerçevesiyle sunulduğunda yeryüzünün en pembe gölü, dünyanın en güzel deniz kıyısı diye imrendiğimiz görüntülerin de nedenidir. Çin başta olmak üzere pek çok Asya mutfağının da beslenme ürünüdür. İlaç sektöründe de yeri vardır.
Günümüzde bunca türü yaşayan alglerin 2 milyon yıl kadar önceki dönüşümü sadece bitkilerin değil hayvanların da varlık sebebidir. Günümüzde su kenarlarında kirlilik sandığımız tabakalar halinde bulundukları gibi, kayaların, taşların ya da ağaç kabuklarının üstünde sıvanmış ince bir plaka gibi de yaşarlar. Bolca çeşidi olan bu ilkel canlıların insanoğlu için anlamı o kadar büyük ki anlatmakla bitmez. Merakınızı canlandırmak için şu kadarını söyleyeyim: Onlar var olmasaydı, biz insan soyu olarak var olamayacağımız gibi, hâlâ var olmasalar bizatihi bir insan olarak da yaşamımızı sürdüremeyiz. Çünkü algler bizim hücrelerimizin de enerji fabrikalarıdır: Her bir hücremizin içindeki enerji motorunun (mitokondrilerin) “mavi-yeşil” denilen bir çeşit algden türediği gen bilimi sayesinde anlaşılmıştır.
Bu kısa deyip uzattığım açıklamadan sonra Hamburg konusuna geri dönelim. Dünyada ilk kez olarak Hamburg’da koca bir binanın duvarlarını bir çeşit akvaryum gibi tasarlamışlar. Dayanıklı camlardan imal edilen bu bölmelerin içindeki sıvıya da bazı tür algleri yerleştirmişler. Camdan geçen gün ışığını akvaryumlardaki algler biyogaza dönüştürdükçe, o binada konumlandırılan teknoloji de elde edilen biyogazı elektrik enerjisine dönüştürüyormuş. Böylece o binanın bütün enerji ihtiyacını karşıladıkları gibi çevredeki onlarca binaya da bu algsel elektriği satmaya başlamışlar. Teknolojinin bilimle buluştuğu bu şahane tasarım, bugünkü çevre sorunlarımız için bir çözüm kapısı açmakla kalmamış, gelecekte kurulacak insan yerleşimleri için de ufuk genişlemesi sağlamış.
Biyoloji dersi dedik ya, “bio” Antik Yunancadan gelen bir kelimedir ve canlı anlamına gelir. O yüzden biyoloji de canlı bilimi demektir. Oradan türeyen yeni moda bir laf olan “Biomimetik” kelimesinin “bio”dan sonraki bölümünün kökü olan “mimesis” de taklit etmek demektir. Biomimetik yani canlı olanı taklit etmek, teknolojinin en temel işi ve becerisidir. Kuşlara öykünmesek ve onları inceleyerek taklit etmeye kalkışmasak bugün nasıl uçaklarımız olamayacaksa, algleri incelemesek ve bilemesek de geleceğimizin birçok buluşu olamayacakmış gibi görünüyor.
Bitkiler olmasa hayvanlar ve de biz var olamayacağımızı biliyoruz. Sadece onları yediğimiz için değildir bu gerçeklik. Bitkilerin klorofilleri olmazsa havanın oksijeni de olmaz, oksijen yoksa biz de olmayız. 8 milyara ulaşan soyumuzun dünyayı istila etme süreci aynı zamanda havadaki oksijeni azaltıp karbondioksiti artırma yoluyla dünyanın ve de kendimizin var oluşunu da riske etme noktasına geldi. Bu süreci geri döndürecek tek şey, bizim tersimize karbondioksiti kullanıp oksijen üreten bitkileri yani yeşillikleri yok etmeyi durdurmamızdır.
Daha çok hayvan ve insan demek nasıl havanın daha çok karbondioksit içermesi demekse, daha çok ağaç ve bitki demek de havanın daha çok oksijen içermesi demektir. Bu bilince erişenler yeşili artırabilmek için kampanya üstüne kampanya yaparken, yaşam gerçeklerinden bihaber olanlar ve de gözünü para bürümüş tacirler beton üstüne beton döküyor. Orta yolu bulmaya çalışanlarsa beton binaların dışını ve içini bitkiler ile kaplayarak cevahiri kurtarmaya çalışıyor. Bu amaçla çalışan mimar ve mühendisler “yeşil binalar” inşa ediyor. Bitkilerle donatılmış, katı ve sıvı atıkları ile havayı/suyu/ toprağı kirletmesi engellenmiş ya da en azından azaltılmış binalara “yeşil bina” deniyor. Dünyanın pek çok ülkesi yeşil binalara sertifika veriyor ve destekliyor.
İstisnaları hariç, endüstri demek havayı/toprağı/suyu kirletmek demektir. Almanya’nın endüstri şehri Hamburg, dünyanın ilk ve tek alg binasını kurarak yeşilin yani canlılığın tümüyle yok oluşuna neden olabilecek endüstrileşmenin aynı zamanda kurtuluşunu da sağlayabileceğinin ilk sinyallerini veriyor. 2011 yılında Avrupa’nın yeşil başkenti seçilen Hamburg, 2013 yılında dünyanın en yeşil binası olarak sözünü ettiğim alg binasını (BIQ Building )inşa etmiş. Bundan örnekle, alglerden oluşmasa da o çevrede 17 başka yeşil bina daha inşa edilmiş. Başka türden yeşil etkinlikler de geliştiren Hamburg, 2020 yılında karbondioksit üretimini yüzde 40 azaltmış ve 2050 planını %80 azaltmak olarak tanımlamış.
Bütün iç karartıcı gelişmelere, giderek daha da grileşen insan yerleşimlerine rağmen, bu gibi yeşilleşme çabaları umudun yeşermesini sağlıyor. Grileşmenin otoriter gücüne karşı demokratikleşmenin simgesi sayılan yeşilleşmenin kazanmaması için hiç bir neden yok.
Dış ve iç dünyamızı grileştirmek için elinden geleni ardına koymayanlara inat, hadi gelin biz de yeniden renklenelim, çiçeklenelim. Bir tek saksı bile bu savaşın askeri olabilir. Yeter ki biz yeşertme gücümüzü fark edelim.
Konuyla alakasız not:
Saksı bitkilerinin bazıları bizi zehirleyebilir. Özellikle yatak odasına konulacak bitkilerin seçiminde çok dikkatli olunmalıdır.
https://www.engineering.com/story/the-first-algae-powered-building-presents-unique-renewable-energy-solution