Ulaş Başar Gezgin (ulasbasar@gmail.com)
“Post-kolonyalizm” gibi ifadeler aslında doğru değil; hatta ideolojik bir yalan olduklarını bile söyleyebiliriz. Sömürgelerin klasik anlamıyla bağımsızlaşmasından sonra, askeri güce ve zora dayalı sömürgecilik, böylesi daha hesaplı olduğundan, ekonomik bağımlılığa, kültürel kimliğe dönük müdahalelere, eşitlerin ilişkisi vasfı taşımayan anlaşmalara ve askeri üs sömürgeciliğine dönüştü.
Klasik anlamıyla sömürgeciliğin dağılması ya bağımsızlık hareketleriyle ya savaşta alınan yenilgiyle ya da sömürgecilerin kendi isteğiyle oldu. Bu kendi isteğiyle bırakma, kimi örneklerde demokrat iktidarların başa geçmesiyle olurken (örneğin Portekiz’de Karanfil Devrimi sonrası bırakılan sömürgeler), kimi örneklerde pragmatik gerekçelerle, bağımsızlık vererek sömürmenin daha kolay olacağının anlaşılmasıyla, bağımsızlık vererek de sömürgecilerin çıkarının korunabileceği anlaşılınca (örneğin İngiltere) oldu.
Klasik anlamıyla sömürgecilerin dağılması, “bağımsız olmadan da demokratik olunabilir ve bağımsızlık demokrasiyi garantilemez” gibi görüşleri ortaya çıkardı. Tarihte birçok örnekte görüleceği gibi (ilk akla gelen Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması), bağımsızlık, yaşanan sorunlar için tek çözüm olmayabilir. Sömürgecinin demokratikleşmesi, eski sömürgeciyle birlikte devam etmenin altın anahtarı olacaktır. Kimi küçük ülkeler, kendilerine eşit siyasal haklar tanındığında, bağımsızlıktan vazgeçmişlerdir; bağımsızlığı lüks olarak görmüşlerdir. Bu, kendi başına zar zor geçinen küçük Sovyet ülkeleri için bir formül olabilirdi. Sovyetler, doğal olarak, dağılacağı düşünülerek kurulmadığından, endüstrisi, çok geniş bir alana yayılmıştı. Söz gelimi, en önemli uzay üsleri Orta Asya’daydı. Dolayısıyla, her bir devletin kendine yetmesi esasında planlanmamış bir coğrafyada, bağımsızlığın her zaman mutluluk, refah ve huzur getirdiği söylenemez.
Diğer görüşe dönersek, bağımsızlığın her zaman demokratik iktidarlar getirmediğini biliyoruz. Bunun çokça örneği arasında, Zimbabwe öne çıkıyor. Afrika ülkelerinin neredeyse tümü, geleneksel anlamda bağımsız, ancak demokratik bir iktidar yapısına sahip değiller.
Bir başka açıdan, Yugoslavya’nın dağılması, önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Aslında, bu eski sosyalist federasyonun dağılması için her koşul hazırdı: Cumhuriyetlerin çoğunlukla etnik temelli tanınması, etnik gruplarla cumhuriyet sınırlarının üç aşağı beş yukarı aynı olması (zaten soykırım, etnisiteyi sınırlara uydurmak üzere yapılıyor), ayrı tarihsel geçmiş vb. Belki tek karşı koşul dilin benzerliği olacaktı. Yugoslavya dağılmadan önce, ülkede konuşulan Slav kökenli Boşnakça, Slovence, Sırpça ve Hırvatça tek bir dil olarak kabul edilirken (tek bir dilin çeşitlemeleri), bugün ayrı diller olarak inceleniyor.
Yugoslavya örneğinde Karadağ (Montenegro) ile Kosova’yı karşılaştıralım: 2006’da nüfusu 700 bini bile bulmayan Karadağ, bir bağımsızlık oylamasıyla bağımsız oluyor. Bu, ilk bağımsızlık oylaması değil. 1992’de de bir oylama yapılıyor; ama bundan ezici çoğunlukla Yugoslavya’nın bir parçası olma kararı çıkıyor. 2006’daki Karadağ bağımsızlığı biraz garip. Garip çünkü Sırbistan’ın deniz bağlantısının kopmasına yol açıyor. Deniz bağlantısı, uluslararası ticaret için önemli; çünkü taşıma bedeli bütün fiyatları etkiliyor. Limanı olmayan ülkelerin (‘landlocked countries’) çok azı ekonomik kalkınma yaşayabiliyor. Buna karşın Sırbistan’ın nasıl olup da Karadağ’ın bağımsızlığına izin verdiği sorusunu daha çok araştırmak gerekiyor. Bilinçsizlik mi yoksa Sırbistan dışında pek fazla tartışılmayan birtakım hesaplar mı?
Karadağ’ın bağımsızlığından umutlanan bir cumhuriyet daha vardı: Kosova. Kosova, 2008’de Karadağ’dan esinlenerek Meclis’te bağımsızlığı oylayıp bağımsızlık ilan ediyor. Fakat Sırbistan, Kosova’yı, bağımsızlığın kitabına uydurulmadığını gerekçe göstererek yakın zamanlara kadar tanımadı. Oysa, coğrafi ve ekonomik olarak, Karadağ’ın bağımsızlığı, Sırbistan için daha hayatiydi. Kosova, limanı olan bir coğrafya değil. Sırbistan, Kosova’ya bağımsızlık verip Karadağ’ın bağımsız olmasına izin vermeseydi, Sırp egemen sınıflarının çıkarlarına daha uygun bir karar vermiş olacaktı.
Yine klasik sömürgecilik tartışmalarında deniz aşırı sömürgecilikle kara sömürgeciliği arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Bu iki türün özellikleri, her zaman uyuşmayabiliyor. Söz gelimi, İngiltere’nin İrlandalılara muamelesiyle deniz aşırı sömürgelerindeki muamele arasında bazı farklar olabiliyor. Sanıldığının tersine, deniz aşırı sömürgecilik, daha düşük düzeyde de olsa günümüzde sürüyor: Thatcher İngilteresi, Arjantin yakınlarındaki, Arjantin’in ‘Malvinas’ olarak adlandırdığı Falkland Adaları’nın İngiliz toprağı olduğunda adalara 13 bin kilometre öteden asker çıkaracak kadar ısrarcıydı, hâlâ öyle. Fransa ise, Pasifik adalarındaki nükleer denemeleri için, “o topraklarda kolonyal haklarımız var” diyor. Bu arada, Kuzey Kore deneme yapınca krize dönüştürülüyor; Fransa’ya ise yaptırım uygulayan yok. Hawai ve Puerto Rico gibi örnekleri de bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Özetle, günümüzde, yukarıdaki deniz aşırı sömürme kalıntılarına ek ve asıl olarak, topraklarına katmadan sömürme sanatı söz konusu. Küreselleşme olgusunun gerisindeki sömürge mirası ve bu topraklarına katmadan sömürme olgusu daha çok araştırmayı gerektiriyor. Az sayıda olmakla birlikte sömürülenin bağımsız olup sömürmesi olgusu ise (ilk akla gelen örnek Endonezya ve Doğu Timor), bize, yukarıda andığımız, bağımsızlığın demokrasiyi her zaman getirmediği biçimindeki görüşü anımsatıyor. Bir de, birçok örnekte, cetvelle çizilen haritaların etnik, coğrafi ve tarihi ayrımlara nadiren karşılık gelmesini akılda tutmalıyız.
Önerilir: Post-kolonyalizm söyleminin gözden kaçırdığı ya da bilerek görmezden geldiği klasik sömürgeciliğin yeni formlarına daha çok zaman ayıralım; bunlarla ilgili daha çok araştırma yapalım.
Not: Bu yazım ‘Ötekiler Açısından Tarih’ kitabımdan alınmıştır.