Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, eski ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) çalışanı Edward Snowden’a Rusya vatandaşlığı vermesi büyük yankı yarattı.
Ünlü yönetmen Oliver Stone’un 2016 yılında çektiği Snowden filmi az bilinen bir dünyaya ışık tutmuştu. Beyazperde.com’da Orkan Şancı imzasıyla yayınlanan filmle ilgili eleştirisi şöyleydi:
Amerikan hükümetinin “güvenlik” adı altında e-postalara, sosyal medya hesaplarına, cep telefonu mesajlarına, hard disklere, kredi kartı ekstrelerine ve hatta bilgisayar kamerasına kadar erişebildiğini öğrenen Edward Snowden 2013 Haziranı’nda bunları tüm dünyaya duyurur. Snowden o anda “Amerikan tarihinin gördüğü en büyük vatan haini” ilan edilirken aynı zamanda da bir kahramana dönüşecektir…
3 Oscar ödüllü yönetmen Stone’un yönettiği filmde Snowden’ı Joseph Gordon-Levitt canlandırırken filmde ayrıca Shailene Woodley, Melissa Leo, Nicholas Cage, Zachary Quinto, Tom Wilkinson gibi ünlü oyuncular da yer alıyor. Luke Harling ile Anatoly Kucherena’nın yazdığı iki farklı kitabı kendisine kaynak alan Snowden’ın senaryosunu ise Kieran Fitzgerald ile Stone kaleme aldı.
ABD hükümetinin Hawai’de yeraltında inşa ettiği “kirli operasyonlar” merkezinden yüzünde bir gülümsemeyle ayrılıyor genç adam. Dışarıya doğru yürürken güneş vuruyor yüzüne. Aydınlanıyor. Karanlıktan aydınlığa geçiş yapıyor. Doğru bir şey yaptığını hissettiği için mutlu oluyor.
Oliver Stone, yakın tarihin en önemli figürlerinden Edward Snowden’ın portresini böyle çiziyor. Ülkesine hizmet etmek için yanıp tutuşan bir gencin askeri eğitim sırasında geçirdiği sakatlık sonrası masa başına mahkum oluşuyla başlıyor hikaye. CIA ve onun altındaki sayısız gizli teşkilatta bilgisayar uzmanı olarak çalışıyor. Sonra eskisinden çok daha güçlü “Big Brother”la tanışıyor. “Ulusal güvenlik” gerekçesiyle milyarlarca insanın iletişiminin ilerleyen teknoloji sayesinde kolayca gözetlendiğini hatta kaydedildiğini öğreniyor. Önceleri bocalıyor. Bu durumdan özel hayatı da etkileniyor. Bir randevu sitesi sayesinde tanıştığı liberal görüşlü sevgilisi Lindsay ile ilişkisinde gelgitler başlıyor. Ama Edward tam bir vatansever. Ülkesinin üzerine kurulu olduğunu düşündüğü prensibe sonuna kadar bağlı: özgürlük. Bu ilkenin düşmanı olan teröristlerle savaştığını düşünmeye kendini zorlarken en çok gizli dinlemenin ülkesi ABD’de yapıldığını fark ediyor. Olayın terörle mücadele olmaktan çıkıp suistimal edilmeye çalışıldığını anlıyor ve harekete geçiyor.
Politik taşlamalarını ne ölçüde dramatize edebildiğini bildiğimiz Oscarlı sinemacı Stone, yaklaşık 9 yıllık bir süreçte olup biteni, kendi standartlarının altında bir kurgu ile seyirciye aktarıyor. “JFK”i izleyenler, Stone’un olay akışını ustaca kurmasının yanı sıra, asıl olayın oluş biçimini defalarca ve farklı açılardan sürekli geriye dönüşlerle nasıl anlattığını hatırlayacaktır. O tüm karmaşıklığına rağmen basit gibi görünen çünkü usta işi olan senaryoda Stone, baş karakterlerindeki korkulara, psikolojik dönüşümlere de gayet güzel yer açabilmişti. “Snowden”a dönecek olursak, bu kez işi daha basite indirgemiş sanki.
Ülkesinin sırlarını ifşa ettiği için kaçak bir casus durumuna düşen idealist gencin travmasını, geçirdiği dönüşümü yansıtmakta Joseph Gordon-Lewitt tek başına bırakılmış gibi. Ne iş arkadaşlarıyla ne de sevgilisiyle girdiği diyaloglarda buna rastlanıyor. Kaldı ki onu keşfedip işinde yükselmesini sağlayan CIA yöneticisi Corbin O’Brian, en kritik repliklere imza atıyor. Britanyalı oyuncu Rhys Ifans’ın şivesini tamamen yok ederek gösterdiği inandırıcı performans bir yana, kendisinin bir sahnede “dev ekrandan” minicik Ed Snowden’a seslendiği sahne bile başlı başına bir George Orwell göndermesi. Bu deneyimli CIA yöneticisi, Snowden’ın dönüşümünde görmemiz gereken “şey”i bir cümleyle geçiştiriveriyor: “İnsanlar güvenliklerine gizliliklerinden daha fazla önem veriyor!..“ Snowden “buna halkın kendisi karar vermeli” diyebiliyor sadece. Oysa bu diyalog, “gerçek” Edward Snowden’ın sahne aldığı final bölümündeki o uzun tiratta ancak asıl yerini bulabiliyor. Snowden, insanları, öncelikle de kendi halkını eğitmek için böylesine sert bir eylemde bulunduğunu anlatıyor. Oysa 2 saat 15 dakikalık bir süre, Snowden’ın o noktaya nasıl geldiğini anlatmaya yeterli olmalı.
21. yüzyılın en önemli karakterlerinden biri olan Snowden’ın bu süreçte yaşadıklarını anlatan ödüllü belgesel “Citizenfour”u izleyenler, Oliver Stone’un filmindeki eksiklikleri ya da dramatik fazlalıkları hemen fark edecektir. Ama sinemanın doğası gereği hareketler olduğunu düşünecek olursak Stone ve kendisinin de yer aldığı senaryo ekibinin iyi bir iş çıkardığını kabul etmeliyiz. Sorun, yukarıda sözünü ettiğimiz belgesel ile kıyaslarsak çok daha fazla hareket alanı bulunan bir yarı-kurmaca filmde ana karakterin işlenişinde yatıyor. İdealist bir gencin devlet kurumları karşısında ideallerinin çöküşünü vurgulama anlamında olay örgüsü kopukluklarla dolu. Snowden’ın her gizli programı öğrendiğinde “vay canına” demesinin ötesinde bir “şey”in eksikliğinden söz ediyorum. Güzel aktris Shailene Woodley’in oynadığı Lindsay karakterine ayrılan onca süre de, bu psikolojik dönüşümü yansıtmakta yetersiz kalıyor. Çünkü Snowden’ın onu tehlikeye atmamak için fazla şey anlatmaktan imtina etmesi, seyirci açısından o sürekli vurguladığımız psikolojik dönüşümün vurgulanacağı esaslı sahneler içerebilirdi.
Öyle ki, Snowden’la Hong Kong’da bir otel odasında tarihin akışını değiştirecek bir iş yapan deneyimli gazeteciler bile figüran olmaktan öteye gidemiyor. Tom Wilkinson ve Melissa Leo gibi ustalarla Zachary Quinto’dan oluşan üçlü, “Citizenfour”daki gerçek ekibin yerini bir türlü alamıyor. Filmin bir yerinde kısa bir rolle karşımıza çıkan “ünlü aktör” ise anlatının ciddi dokusunu gevşetmekten öteye gidemiyor.
Sonuç olarak dramatik yapısındaki tüm aksaklıklarına rağmen iyi yanları ağır basan bir yapıt “Snowden”. Olumsuz yanlarını daha çok vurgulamamızın nedeni, “neden daha iyi değil” şeklindeki küçük hayal kırıklığımız olabilir sadece. Yoksa, dünyaya doğru mesaj veren bir adamın yaşadığı sıkıntıları anlatan önemli bir film kuşkusuz. Oliver Stone’un en iyi işi değil belki ama Snowden’ın yaptığı zaten kendi başına 21. yüzyılın en iyi işlerinden biri.