Nikolay Kondratyev Ekim Devrimi sonrasında Lenin’in danışmanı olarak çalışmış ve küçük ölçekli özel girişimin ekonomideki itici gücünün bilincine vararak NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) oluşumuna önemli katkı yapmış bir iktisatçıydı.
İktisat ve istatistik bilimine olan bağlılığını Stalinist ideolojik çarpıtmalara kurban etmeyi reddettiği için kendisi Stalin’in kıyımlarının kurbanı oldu.
Kondratyev’in Stalinizm’in bağnaz ideolojisiyle çatışan teorisi, 18. yüzyılda başlayan Sanayi Devriminden sonraki gelişmeleri 60 ila 70 yıllık döngülerle açıklıyor ve bu çevrimlerin tepe ve taban noktalarının, piyasa koşullarından bağımsız olarak ortaya çıktığını savunuyordu. Stalin’e göre sosyalist ekonominin taban noktası olamayacağına göre, Kondratyev’in Kremlin’de bir rolü de olamazdı.
Kondratyev’in sosyalist platformda bu döngü teorisini geliştirmesinden yaklaşık yüzyıl sonra, Amerikalı iki tarihçi, Neil Howe ve Richard Strauss da, benzer bir biçimde Batı toplumlarının sosyoekonomik tarihini yaklaşık 80 yıllık çevrimlerle açıklayan bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre, 1930’lardaki küresel ekonomik buhranın yol açtığı İkinci Dünya Savaşı’ndan 80 yıl sonra, dünya “Dördüncü Dönemeç” (Fourth Turning) adını verdikleri yeni bir küresel krizin eşiğine gelmiş bulunuyor. İşin ilginç yanı, Kondratyev’in çevrimlerine göre de, içinde bulunduğumuz dönem, bir taban noktasının çok yakınında bulunuyor.
Güney Amerika’nın hemen bütün ülkelerinde görülen protesto eylemleri, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi; İngiltere ve ABD’de Boris Johnson ve başkanlığı döneminde Donald Trump’ın hukuku hiçe sayan keyfi idarelerinin meşruiyet kaygısından uzak gemi azıya almış olması, Sri Lanka’dan Filipinlere bir çok Asya ve Afrika ülkesinde ve elbette çok daha önemlisi Rusya ve Çin’de güçlü tek adam yönetimlerinin adeta sorgulanamaz bir otoriteye sahip konuma gelmeleri gerçekten de dünyanın yeni ve ağır sonuçlara yol açabilecek büyük bir sarsıntı dönemine gireceğine işaret ediyor.
Peki bu gidiş, yukarıda sözü edilen çevrimsel bir takvimin ulaştığı kaçınılmaz noktanın varacağı yere mi işaret ediyor, yoksa bu teorilerin öngördüğünden daha büyük dönüşümün arifesinde miyiz?
Marksist düşünce akımının önemli kuramcılarından İmmanuel Wallerstein, 2013 yılında Oxford Üniversitesi yayını olarak basılan “Kapitalizmin Geleceği Var mı” adli kitapta, Karl Marx’ın daha 1840’ta öngördüğü gibi, küreselleşme, teknolojik gelişme ve kapitalizmin finansallaşması sonucu kapitalist sistemin 2040’lı yıllardan başlayarak tarihe gömüleceğini savunuyor.
Bugün yaşadıklarımız, 20 yıl sonra yaşanacağı öngörülen bir dönüşümün habercileri mi?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için yaşadığımız gelişmeleri mercek altına almakta yarar olabilir:
1) Geleneksel kapitalist hukuk düzeni çöküyor: 1980’li yıllardan beri, özellikle Reagan-Thatcher ikilisinin önderliğinde zirveye oturan yeni muhafazakâr (neo-conservatıve) ideoloji, toplumsal dengeleri sermaye sınıfı lehine değiştirirken, bundan kamu ve ekonomi hukuku da önemli pay aldı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra önünde hiçbir ideolojik/ekonomik/sosyolojik engel kalmayan yeni muhafazakâr ideoloji, yalnızca küresel sermayeyi kontrol eden ülkelerde değil, özellikle ve hatta daha fazlasıyla bu sermayenin girdiği ülkelerde hukuk sistemlerini, sermaye sahiplerinin lehine değiştirdi. Artık adı anılmıyor olsa bile, kamuoyunun pek de dikkatle incelemediği MİGA (Multilateral Investments Guarantee Agreement-Çok Taraflı Yatırım Güvencesi Anlaşması) gibi teknik özelliği ağır basan belgeler, ulusal hukuk çerçevelerine karşı üstünlük statüsü kazandılar. (Buna izin vermeyen Çin Halk Cumhuriyeti, bugün ABD’nin gümrük tarifeleri, Hong Kong’da yaşanan ayaklanma ve eylemler, 5G teknolojisinde önderliği ele geçirmiş olan Huawei şirketine uygulanan yaptırımlarla şiddetli bir kıskaç altına alınmış durumda.)
2) Otomasyon: Teknolojik gelişmeler sonucunda ortaya çıkan otomasyon, sanayi ve hizmet sektöründe emeğiyle hayatını kazanan insanların işlerini hızla yitirmelerine yol açtı. Başta ABD ve Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere, bütün ekonomilerde hızla büyüyen bir gelir dağılımı dengesizliği toplumsal barışı tehdit eder duruma geldi. ABD’de işsizlik oranı yakın tarihin en düşük seviyelerinde görülmekle birlikte, iş gücüne katılım önemli ölçüde azalmış bulunuyor. Bunun yanı sıra, işçi ücretleri hala 2008 bunalımı öncesindeki seviyelerin çok altında seyrediyor. Wallerstein’ın tahminlerine göre, 2040’lı yıllarda, küresel iş gücünün yüzde 50 ila 70’i iş bulamayacak ve bu kapitalizmin çöküşünü getiren etkenlerden biri olacak.
3) Marksist diyalektiğe göre, niceliğin niteliğe dönüşmesi yeni bir diyalektik evrim sürecinin başlangıcıdır. 2000’li yıllardan itibaren bu evrimin başladığını söylemek yanlış olmaz çünkü 1980’li yıllarda galebe çalan yeni muhafazakâr ideolojinin yönlendirmesiyle sanayi kapitalizmi yerini önemli ölçüde finansal kapitalizme devretmiş durumda. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda, teorisine uygun olarak rekabetçi bir niteliğe sahip olan kapitalist sistem, 1980 ve 1990’li yıllardaki sermaye birikimi sürecindeki yoğunlaşmanın sonucunda önce tekelleşip sonra aşamalı olarak finansal kapitalizme dönüştü. Bir başka deyişle, sermaye sahipleri reel ekonomiye yatırım yapmak yerine, giderek artan oranlarda finansal piyasalara yönelerek, mal üretimi ve ticaretinden menkul kıymet ticaretine yöneldiler. En basit deyimiyle, borsalarda tahvil, hisse senedi ve benzeri araçlarla paradan para kazanmayı tercih ettiler. Elbette bu işçi hakları, emeklilik, işçilerin sağlık sigortası ve sabit sermaye yatırımlarının aşınma paylarıyla uğraşmaktan çok daha kolaydı. İşte bu kâğıt ticaretiyle para kazanma hırsı, 2008 kriziyle sonuçlanan süreci başlattı ve yaratılan fiktif sermayenin döndürülememesi bunalımı getirdi. İşte o bunalımdan beri kâğıt ticaretiyle para kazanmak giderek zorlaştığından, merkez bankaları sürekli parasal genişleme politikaları izleyerek karşılığı olmayan fiktif sermaye üretmeye devam ediyorlar. Bunun sonucu olarak, küresel borcun en az 250 trilyon dolar sınırına dayandığı hesaplanıyor. Bu denli büyük bir borcun, ödeme zorlukları nedeniyle büyük bir çöküşe yol açmaması için de faiz oranları minimum düzeyde tutulmakla kalmıyor, eksi faiz oranları giderek yaygınlık kazanıyor.
Görüldüğü gibi, yaşanan dönemdeki sorunların döngüsel düşüşlere rast geldiğini savunmak mantıklı gibi görünse de, temeldeki etmenler sarsıntının çok daha dipte olduğunu düşündürüyor.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.