Dr. Nevin Sütlaş
Yakın zamanda sosyal medyada paylaşılan bir gönderide bir çiftin nikâh şekeri yerine kitap hediye etmesinden övgüyle söz ediliyordu. Şeker umup kitap bulanların kaçı o kitapları okur acaba diye düşündüm. Çünkü kitap okuma alışkanlığı olmayanların hediye edilen kitapları okuduklarından hiç emin değilim. Oysa ben de uzun yıllar boyunca hemen her fırsatta hemen herkese inatla kitap hediye etmişimdir. Hani milli piyangonun efsanevi sloganı gibi: Ya okursa…
Boş verin kitabı, asıl nikâh şekerinden ne haber?
Biz 20 Eylül 1982’de evlendik. Askeri darbenin hâlâ etkisindeyken. Faşizmin bütün zorluklarını yaşayanlardanız. Öncesinde üniversite öğrencisi olarak, sonrasında mecburi devlet memuru olarak inim inim inledik. O dönemde evlenip üstüne bir de çocuk yapmanın başlı başına bir marifet olduğunu ancak bugünlerden o günlere bakınca kavrıyorum. Amaaan, acıları boş verip tatlılardan bahsedelim, benim nikâh şekeri projemden yani.
Niye nikâh şekeri verilir, diye başlamıştı kafamdaki fırtına. Bu âdetin gelmişini geçmişini bildiğimi söylemem. Resmi imza atma törenine eşlik edenlerin ağzı tatlansın diyeymiş galiba. Ancak ben o şekerleri yiyeni görmedim. Götürüp büfeye konurdu anı olsun diye, bilmem şimdi değişti mi bu adet. Tüller kurdeleler ile süslenen zavallı şekerciğin kaderi bekleye bekleye bayatlamaktı, yenmek değil. Nikâh şekerinin en süslüsü en makbulü olunca tüllenmesi çiçeklenmesi yetmiyor, bir de uyduruk minicik bir heykelcik eklemek gerekiyordu. O minik objelere heykel demek de sanatçılara hakaret…
Enderi nadirattan da olsa, nikah-düğün pazarının yaratıcılığına yani yaratısızlığına kendi çözümünü eklemeye çalışanlar da oluyordu elbette. Ben de onlardandım. Minicik rengârenk floş fileler ördüm tığla. Tam 300 tane pazar filesi ördüm. Yalan olmasın, zaman sıkıştırınca on, on beş tanesini de yakın arkadaşım Ayşın örmüştü ama resmen ömür törpüsü olmuştu bana o fileleri nikâh tarihine yetiştirmek. Daha evleneceğimden bile haberleri olmadığı için o acayip görünen şeyleri her gece harıl harıl neden ördüğümü aileme de söylememiştim.
O günleri yaşayanlar bilir, plastik torba salgını henüz başlamadığı için, pazardan bakkaldan alışveriş file ile yapılırdı. Sebze, meyve, ekmek gibi iri şeyler için file çok iyi çözümdü ama içine bir şeyler koydukça büyüyen file deliklerinden düşecek kadar küçük olan şeyler mecburen kese kâğıdına konurdu. Minyatür kese kâğıdı üretme işini de eşime vermiştim. O da kahverengimsi o özel kâğıdı kesip biçip yapıştırarak öte yanda hazırlık yapıyordu nikâhımıza. Zincir marketler yeni yeni hayatımıza girmişti. Onların kese kâğıtlarında marka adları basılı olurdu. Biz de bir mühür kazıtmıştık, üzerinde Nevin-Mustafa yazan. Kese kâğıtları hazır olunca o mühürle damgalayacaktık hepsini. Ben minik ekmek somunları da pişirecektim nikâha yakın. Mercimek, pirinç gibi minik taneli mutfak ihtiyaçlarıyla dolu kese kâğıtlarına ekmek somunlarını da ekleyince, bir file dolusu sembolik yiyecek hediye etmiş olacaktık nikâhımıza gelenlere. Şekere inat arpacık soğanları da eklesem mi filelere diye düşünüyordum…
12 Eylül darbe günlerinin mutfakları da karartan darboğazına gönderme yapmaktı amaç. Zaten nikâh davetiyemizi de o kapsamda hazırlamıştık. Bir kartvizitin iricesiydi. Arka yüzünde sadece adlarımızla nikâh yeri ve tarihi yazılıydı. Anası babası lafları da yoktu, bu mutlu günümüzde diye başlayan ezber cümleler de. Onun yerine kartın ön yüzünde ikimizin birlikte kaleme aldığı bir dörtlük vardı:
“Bu eylül alacasında
Önce ikileri diyerek
Yaşama sevdasındayız
Dostça beraberlikleri”
Eylül alacası demiştik, kapkarası demek isterken. Hem evleniyor hem de kendimizce ileniyor ve direniyorduk Eylül darbecilerine. Elimizden bu kadarı geliyordu kıyıcılara direnmek için. Ama olmadı. Davetiye eh işte oldu da benim nikâh şekeri yerine yarattığım “herkese bizden dolu bir file” fikrim tümüyle ziyan oldu. Annem neden oldu bu fikrin batmasına. Mini ekmekler için hamur yoğurmaya başladığımda haberi oldu fikrimden ve kıyametler koptu. Ekmekle oyun olmazmış. Anne ne oyunu, bildiğin ekmeğin miniği olacak yaptığım, ha büyüğü ha küçüğü ne farkı var ki, demelerim işe yaramadı. Olmaz da olmaz, diye direndi. Bizim mutfağı terk edip bir arkadaşımın evinde üreteyim bari diye düşünmedim de değil ama annemi kırmaya gönlüm razı olmadı. Zaten kız tarafı-oğlan tarafı adetlerinin hiç birini uygulatmayışımdan, evlenme hazırlıkları denilen o tantanaları yaşatmayışımdan mutsuzdu annem. İlk çocuğu evleniyordu ve ona sadece seyirci koltuğu sunulmuştu. Evlilik seremonileri denilen bütünlüklü sahne oyununda aileler başrol oyuncularıdır. Bu sahnede kendi rolünün çalınmasına içten içe tepkili olan annemin ekmek bahanesiyle patladığını anlayınca geri adım attım. Peki dedim istemiyorsan ekmek koymam fileye. Annem zafer kazanınca bir adım daha attı. File ördünse tamam file olsun ama içinde mutlaka şeker olacak, şekersiz nikâh şekeri olmaz, dedi. Sonuçta el örgüsü minik bir filenin içindeki kese kâğıtlarına konmuş şekerler ile en saçma sapan nikâh şekeri bizimki oldu. Böylece ne hedeflediğim anlam anlaşılır olmuştu ne de güzel bir nikâh şekeri. Eline alanın “bu da ne böyle” diye şaştığı bir hilkat garibesi yaratmış oldum. İncecik tığla çektiğim zincirli emek de harcadığım onca zaman da yanıma kar kaldı. O zamanlar “insan faktörü” diye bir kavramdan, insan faktörünün hesaba katılmadığı projelerin mutlaka batacağından haberim yoktu. Annemi işin başındayken işin içine sokmayışımın bedeliydi projemin çuvallaması…
Ülkemin başının çuvala sokulması ise o askeri günlerde pekişti yani kasten pekiştirildi. Bazıları hâlâ şimdikilerin apayrı bir kulvardan çıkıp geldiğini sanıyor. Oysa sözüm ona ülkeyi kurtarmak için iktidarı sivillerin elinden silah zoruyla alan o günlerin askerleri, kendi elleriyle tohumladı, besledi, büyüttü bu günlerin kanırtan çalılarını. Öncelikle Özal canavarını onlar yarattı. Ülkenin bütün zenginliklerinin uluslararası ticaret kodamanlarının emrine sunulmasının yolunu emir eri Özal başlattı. Hurafe iktidarının yolunu temizlemeyi daha öncekiler de denemiş ama pek becerememişlerdi ki Özal pek güzel becerdi. Askeri şemsiye altında usul usul ilerledi karanlıklara açılan dehlizler. Ülkenin en büyük aydın katliamını darbeci askerler yaptı. Kimilerini doğrudan kaçırıp ıssızlarda yok etti, kimilerini işkencelerde mahvetti, geri kalanlarını da yıldırıp pes ettirdi. Böylece yapılanlara itiraz edecek kimsecikler kalmayınca da aldıkları emri usul usul ve usulünce yerine getireceklere terk ederek, bir sonraki hamleye kadar kenara çekildiler, daha da büyük başların bizzat emir eri olan o çok güçlü askercikler. Ancak, yarattıkları Frankeştayn büyüdü, semirdi, sindire sindire(!) ilerledi, döndü onları da yedi bitirdi. Gel de hatırlama şimdi kendi de bu işlerin uzmanı olan Putin’in lafını:
“Cebinde akrep taşıyorsan, bir gün seni de sokacağını bilmelisin.”
Nikâh şekeri dediğin bir gelenektir. Keyifli gün tanıklarının ağzını tatlandırmak içindir dense de aslen bir gösterişten ibarettir. Bu süslü zarfın özü de tat falan vermez. Zaten şeker denilen şeyin besleyici sanılmasının da aslı yoktur, zehirden hallicedir. Nasılsa asker gelip bizi kurtarır rehavetiyle bu günlerin göz göre göre gelişine göz yumanların şimdi ağzındaki zehir tadı gibi…
Niye nikah şekeri sorusunu küçümsemeyin. Geleneğimizdir-göreneğimiz diye körü körüne çıkılan yolların batağa saplanmasının örneği gibidir. Günün birinde parlak bir büfenin dip köşesindeki eski bir nikâh şekeri buketinin şekerini çıkarıp ağza atmak gibidir akılla sorgulananlar yerine adet üzere olan davranışlar. Ne yazık ki koca bir ülke bunu yaptı. Şimdi bir doktor gelip midemi yıkasın diye zehirlenmiş haliyle bekliyor hasta yatağında. Oysa öyle bir doktor da yok, tedavi şekli de. Yuttun ya bir kere, artık ayılsan da bayılsan da, sen kendin o paraziti kusmayı öğrenmedikçe daha çook bulanacaksın canım kardeşim…
Nikâh şekerinin yerini kitabın alacağı, her şeyi zaten bilenlerin yerine kitap okuyanların hayatın iplerini eline geçireceği günler gelir mi dersiniz? Duyamadım; Godot’yu beklerken mi dediniz?