Türkiye’de ekonominin yapısal sorunlarını konuşurken genellikle “denetim eksikliği” veya “kaynak yetersizliği” gibi teknik terimlere sığınırız.
Oysa son 20 yılda yaşadığımız süreci, basit bir yönetim zafiyetinden ziyade bilinçli bir servet aktarım stratejisi olarak okuduğumuzda; Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalarını ve sonuçlarını çok daha iyi anlayabiliriz.
Bu politikalar, sadece klasik anlamda bir kayıt dışı ekonomiyi beslemekle kalmamış, buna eklemlenen bir “yandaş ekonomi” (crony economy) modelini de sistemin merkezine yerleştirmiştir. Devletin denetim gücünü belirli gruplar lehine “esnetmesi”; sıkça başvurulan vergi afları ve seçici teşvik politikalarıyla birleşerek ekonomiyi verimlilikten uzaklaştırmakta, gelir adaletini de kalıcı olarak bozmaktadır.
Bir ekonominin büyümesi, normal şartlarda verimlilik artışına ve inovasyona bağlıdır. Ancak Türkiye’de uygulanan modelde oyunun kuralları değişmiştir.
Kayıtlı ve kurallara uyan işletmeler ağır maliyetler altında ezilirken, imtiyazlı (yandaş) veya kayıt dışı çalışan kesimler, verimli oldukları için değil, “korundukları” için ayakta kalır. Bu durum, ülkenin üretim kapasitesini ve kalitesini aşağı çeker; çünkü başarı artık inovasyonda değil, doğru ilişki ağlarını kurmaktadır.
Normal bir piyasa düzeninde devletin görevi, sahada kuralların herkese eşit uygulanmasını sağlayan bir hakem olmaktır. Ancak mevcut sistemde devlet, belirli sektörlere veya gruplara sağladığı vergi muafiyetleri, özel teşvikler veya denetimsizlik ayrıcalıklarıyla bir ‘kalkan’ vazifesi görmektedir. Hakem taraf tuttuğunda maçın sonucu yeteneğe değil, düdüğün kimin lehine çaldığına bağlı olur. Böyle bir ortamda piyasadaki serbest rekabet ortadan kalkar; çünkü kazanan, işini en iyi yapan değil, devletin koruma kalkanı altına girmeyi başaran olur
Vergi muafiyetlerinin, kamu ihalelerindeki esnekliklerin ve denetimsizliğin sadece belirli çevrelere sunulması, piyasadaki serbest rekabeti fiilen bitirir. Artık piyasada ayakta kalmanın şartı, verimli üretim yapmak veya inovasyon geliştirmek değil; devletin sağladığı bu koruma zırhına ne kadar yakın durduğunuzdur.
Bu stratejik körlük, toplumun geniş kesimlerinden alınan kaynakların, dar bir sermaye grubuna aktarılması anlamına gelir.
Devlet, imtiyazlı kesimden alması gereken vergiyi almadığında (veya affettiğinde), bütçe açığını kapatmak için dolaylı vergilerle (KDV, ÖTV) halkın geri kalanına yüklenir.
Bu döngü, gelir dağılımındaki bozulmayı geçici bir durum olmaktan çıkarıp “yapısal” hale getirir. Zenginleşen kesim üretimden değil aktarımdan beslendiği için, bu zenginlik tabana yayılmaz. Aksine, orta sınıf erir ve yoksulluk derinleşir.
Politikaların belli bir zümreye avantaj sağlamak üzerine kurgulandığı bir ortamda, kurumların bağımsızlığı da yok olur. Denetim mekanizmaları, yolsuzluğu önlemek için değil, bazen rakipleri cezalandırmak bazen de yandaşları korumak için bir araç haline gelir. Bu durum, devletin toplumsal meşruiyetini zedeler ve hukuka olan güveni sıfırlar. Yatırımcı güveninin kaybolduğu yerde ise finansal sistem sığlaşır, uzun vadeli kalkınma hayal olur.
Verimlilik olmadan refah olmaz
Türkiye’nin içine düştüğü bu sarmal, sadece ekonomik değil, ahlaki ve hukuki bir sorundur. Kayıt dışılık ve yandaş kayırmacılığı üzerinden kurgulanan bu büyüme modeli sürdürülemez. Gelir aktarımıyla kısa vadede belirli gruplar zenginleşebilir, ancak toplumun geneli verimsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilir.
Çıkış yolu, imtiyazların kaldırıldığı, kuralların herkes için eşit işlediği ve kazancın “kiminle tanıştığınıza” değil, “ne kadar değer ürettiğinize” bağlı olduğu liyakat esaslı bir ekonomiye dönmekten geçmektedir.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları:
