Cenk Başlamış
Son 22 yılda, tam olarak 31 Aralık 1999 gecesinden bu yana “uluslararası siyasete damgasını vuran lider” denilince herhalde hemen hemen herkes Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i işaret eder.
Böyle düşünenler haksız sayılmaz çünkü Putin bir yandan dağılmanın eşiğine gelen Rusya’yı ayağa kaldırdı, diğer yandan da ülkesini yeniden bir güç olarak uluslararası sahneye çıkardı. Kısa sürede Rus halkının büyük bölümünün taptığı bir lidere dönüşen Putin, tek kutuplu dünya düzeninde hiçbir kural tanımayan, astığı astık kestiği kestik ABD’ye karşı meydan okumasıyla Türkiye dahil pek çok ülkede taraftar ve hayran kazandı. 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna savaşı Rusya liderini yine aylardır uluslararası medyanın manşetlerinde tutuyor.
Peki, bugün 70. yaşına giren Putin kim, iktidara nasıl geldi, neler yaptı?
Çocukluk dönemi
7 Ekim 1952’de Leningrad’da (şimdiki adı St. Petersburg) doğdu. Babası 2. Dünya Savaşı’nda ağır yaralanmış bir asker, annesi ise fabrikada işçiydi. Büyükbabası Spiridon Putin, önce Sovyet Devrimi’nin lideri Vladimir Lenin ve eşi Nadyejda Krupskaya’ya, sonra Josef Stalin’e aşçılık yapmıştı.
Evlerinin hemen karşısındaki ilkokula gitmeye başladığı yıllarda yaramaz bir çocuk olarak hatırlanıyor. O dönemdeki arkadaşları, elinde sopa sık sık fare avına çıktığını anlatıyor. 12 yaşında spora merak saldı, sambo ve judo öğrenmeye başladı. O dönemde seyrettiği filmlerden etkilenerek gizli servise ilgili duydu. Lise yıllarında Almanca öğrendi. 1970 yılında Leningrad Devlet Üniversitesi’nde hukuk okudu, 1975 yılında mezun oldu. Okuldaki hocalarından biri, daha sonra hayatında önemli rol oynayacak Anatoliy Sobçak’tı. Mezun olur olmaz KGB’de eğitim almaya başladı. Aslında çok başarılı bir öğrenci olduğu söylenemez ama eğitiminin ardından Leningrad’daki yabancı diplomatları ve yabancı ülke vatandaşlarını takip etme görevi verildi.
1985-1990 yılları arasında, yani “Soğuk Savaş”ın son döneminde Doğu Almanya’nın Dresden kentinde “tercüman” kimliğiyle KGB için çalıştı. Görevi, Dresden’deki yabancılar arasında, ülkelerine döndüklerinde KGB’ye bilgi verecek ajanlar bulmaktı. O dönemdeki bilgilere göre, Dresden’deki KGB ajanları daha çok bürokratik işlerle uğraşıyor, örneğin gazetelerde çıkan haberleri arşivliyordu. Putin’in en büyük başarısı ABD’li bir askerden gizli nitelik taşımayan bilgileri 800 mark karşılığında almasıydı. Doğu Almanya’da isyan başladığında kalabalıklar KGB binasına saldırmak üzereyken Moskova’ya üst üste telaşlı mesajlar göndererek ne yapmaları gerektiğini sorduğu ama yanıt alamadığı anlatılıyor.
Eve dönüş
“Berlin Duvarı”nın yıkılmasının ardından ülkesine dönmek zorunda kalan Putin, Leningrad Devlet Üniversitesinin Uluslararası İlişkiler bölümünde ajan olarak çalışmaya devam etti, görevi öğrenci derneklerini izlemekti. 20 Ağustos 1991’de yarbay rütbesiyle KGB’den istifa etti. Bu tarih önemli çünkü bir gün önce radikal komünistler dönemin Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’a karşı bir darbe girişiminde bulunmuştu. Aralarında, muhalefet lideri Boris Yeltsin’in de bulunduğu kişiler darbeye bayrak açmış, bazı üst düzey yetkililer de muhalefetten yana tavır almıştı. O kişilerden biri olan Putin, sonraları istifa kararını açıklarken, “Komünizm çıkmaz bir sokaktı” demişti.
19-21 Ağustos darbe girişiminin asıl önemi ise, Sovyetler Birliği’nin tabutuna çakılan son çivilerden biri olmasıydı. Evet, darbe başarısız olmuş, Gorbaçov iktidara dönmüştü ama fiili iktidar, darbeye karşı tanka çıkarak direnen muhalefet lideri Yeltsin’in eline geçmişti. Zaten kısa süre sonra da, 25 Aralık’ta Sovyetler tarihe gömüldü, yerini Rusya’nın önderliğinde Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) aldı.
Putin artık, üniversiteden tanıdığı Leningrad Belediye Başkanı Sobçak’ın yanında, Dış İlişkiler Komitesinde çalışmaya başlamıştı. Kimi kaynakların iddiasına göre bu noktada ilginç bir gelişme oldu: Müfettişler çalışmalarında usulsüzlük belirledi ve görevden alınmasını istedi. Bu rapora karşın Putin görevini sürdürdü ve belediye bürokrasisindeki yükselişi devam etti. 1995 yılında, iktidar partisi Evimiz Rusya’nın, adı St. Petersburg olarak değişen kentteki teşkilatını kurdu ve başkanlığını üstlendi.
Moskova dönemi
1996 yılında Sobçak’ın belediye başkanlığını kaybetmesinin ardından bir süre işsiz kalan ve geleceğindeki belirsizlik nedeniyle avukatlık ya da judo hocalığı yapmayı düşünen Putin’in kariyerinde aniden kendinin de beklemediği büyük sıçrama yaşandı ve Yeltsin tarafından Rusya’nın yurt dışındaki gayrimenkulünden sorumlu kuruluşun başkan yardımcılığına atanarak Moskova’nın yolunu tuttu. Hemen bir yıl sonraki görevi ise Kremlin İdari İşler başkan yardımcılığı oldu. 1997 yılında “piyasa ekonomisinin oluşturulmasında bölgesel kaynakların stratejik planlaması” konulu tezini savundu. Bu tezle ilgili “intihal” söylentileri çıksa da, doğrulanmadı.
Moskova’nın iktidar koridorlarında dolaşmaya devam eden Putin 1998 yılında bu kez, KGB’nin yerini alan Federal Güvenlik Servisi’nin (FSB) başkanlığına atandı. Yaklaşık bir yıl sonra, 9 Ağustos 1999’da Putin artık başbakanlık koltuğundaydı, “iktidar yürüyüşü”nde son basamağa tek bir adım kalmıştı. Sadece dört ay sonra, dünyanın 2000 yılına girmeye hazırlandığı saatlerde, tam olarak 31 Aralık 1999’da Yeltsin aniden televizyona çıktı ve görev süresinin dolmasına üç ay kala istifa ettiğini açıkladı. Anayasaya göre, başkanlık görevini vekaleten Putin üstlendi, mart ayındaki seçimi kazanarak başkanlık koltuğuna oturdu.
Peki, Putin’in Kremlin’in patronluğunu üstlenmesinden önce Rusya ne durumdaydı?
Sovyetler Birliği’nin dağılması sadece koca bir imparatorluğun parçalanması değil, 1917’den beri süren bir sistemin yok olması anlamına geliyordu. 1 Ocak 1992’de Rusya piyasa ekonomisine geçince o güne kadar “devlet baba” tarafından korunan ve kollanan vatandaşlar kendilerini bir anlamda evden kovulmuş evlat durumunda buldu. Rusya gibi dev bir alana yayılan ülkede yeni bir sistem kurmak tahmin bile edilemeyecek zorlukları beraberinde getirdi. Yeltsin’in iktidarda olduğu yıllar ülkeye siyasi, ekonomik, askeri, etnik ve sosyal kaos hakimdi. Vatandaşına maaş ödeyemeyen devlet, ülkenin adım adım parçalanma sürecine girmesini engelleyemiyor, “özelleştirme” adı altında ulusal servet acımasızca yağmalanıyordu.
Yeltsin demokrat eğilimli bir taşra politikacısıydı, iktidar yılları için her konuda eleştirilebilir ama 1990’ların Rusyası’nın bugünden daha demokrat olduğu tespitini yapmak gerekir. Gerçi, Yeltsin halkın içinden gelmişti ama iktidar onu değiştirmişti, bunu da eklemek lazım. Yeltsin’in karnesindeki zayıfların başında dış politikadaki kötü performansı geliyor. Elbette, bu sadece kendisinden kaynaklanan bir durum değildi, o günlerde Rusya zayıf, Batı’nın ekonomik yardımına muhtaç, nükleer silahlar dışında sıradan bir ülke haline gelmişti. 1999 yılında NATO’nun Yugoslavya’da düzenlediği operasyon Yeltsin için sonun başlangıcı oldu. NATO’nun Sırp lider Slobodan Miloşeviç’i devirmesi, Rus halkının artık bir süper devletin vatandaşları olmadıklarını gerçek anlamda ilk kez anlamalarına, dolayısıyla ağır bir travma yaşamalarına yol açtı. İçki alışkanlığı nedeniyle uluslararası kamuoyu önünde komik duruma düşen Yeltsin’in yönetimindeki Rusya uluslararası alanda ciddiye alınmayan hatta dalga geçilen bir ülke halini almıştı. Dolayısıyla, Rus “derin devleti”nin Yeltsin’i iktidardan inmeye zorlayarak bir anlamda “darbe” yaptığını düşünmemiz için nedenler yok değil.
İşte Putin iktidara geldiğinde böyle bir Rusya tablosu vardı: Ekonomik olarak çökmüş, dağılmanın eşiğine gelmiş, vatandaşın devletten nefret ettiği, uluslararası alanda küçümsenen bir ülke.
Sert lider
Putin işe Rusya’nın bütünlüğünü sağlayarak başladı, zaten 2. Rus-Çeçen savaşına startı daha başbakanken vermişti. Ekonomi cephesinde en büyük şansı petrol fiyatlarının yükselmesi oldu. Sert, gerektiğinde masaya yumruğunu vurmaktan korkmayan, argo konuşmaktan çekinmeyen bir lider portresi çizmeye başladı ve başarılı oldu. Kimi zaman bir savaş uçağına atlıyor, kimi zaman kara kuşak sahibi olduğu judoda rakibinin sırtını yere yapıştırıyor, kimi zaman da vahşi doğada üstü çıplak kaslarını sergiliyordu.
Şu ana kadar Putin’in siyasi görüşünden hiç söz etmemiş olmamız dikkat çekmiş olabilir. Onu bilinen kalıplar içinde değerlendirmek zor olsa da sağcı-milliyetçi bir çizgiden söz edilebilir. KGB’de yetişmiş ve görevi istihbarat toplamak olan birisinin demokrat olmasını beklenebilir mi? Putin yönetiminde Rusya’da “kontrollü demokrasi” diyebileceğimiz bir kavram gelişti. Bu kavramı gündelik dile, “vatandaşlara ne kadar demokrasi gerektiğine sadece devlet karar verir” diye tercüme edebiliriz. Onun yaratmak istediği Rusya’da siyasi muhalefet ve bağımsız medya sadece ayak bağıydı, dar bir alan dışına çıkmasına kesinlikle izin verilmemesi gerekiyordu. Putin’in ilk işlerinden biri de, zengin iş adamlarıyla anlaşmak yapmak oldu: “Siz siyasete karışmayın, ben size karışmayayım.” Bu anlaşmaya uymak istemeyen petrol milyarderi Mihail Hodorkovski’nin şirketine el konuldu, kendisi ise 10 yıla yakın süre cezaevinde kaldı. Medyanın devlet kontrolü altına geçme süreci de yine onun iktidar döneminde başladı.
Böylece, ekonomisi düzelme yoluna giren Rusya’da vatandaşlar kırılan gururlarını onaran, kendilerinde yeniden büyük ve güçlü bir devlette yaşadıkları duygusu uyandıran Putin’i hemen kucakladı ve taparcasına sevmeye başladı.
Evet, Putin uluslararası alanda ülkesini yeniden ciddiye alınır hale getirmişti ama nükleer silahları olsa da Rusya artık bir süper güç değildi. Ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik, hatta kültürel açıdan ne ABD ne de diğer önce gelen Batılı ülkelerle rekabet edebilecek durumdaydı. Köhnemiş devlet yapısı Batı’dan onlarca yıl gerideydi. Bu koşullarda Putin ABD’ye meydan okuyan görüntüsüyle tek kutuplu dünya düzeninden memnun olmayan ülkeleri ve halkları yanına çekmeye, dengeyi bu şekilde sağlamaya çalıştı. Putin yönetimindeki Rusya aslında enerjiyi silah olarak kullanmadı ama silah olarak kullanabileceği mesajını verdi.
Türkiye politikası
Putin yönetimindeki “yeni Rusya”nın dış politikadaki dikkat çeken hamlelerinden biri Türkiye’ye karşı oldu. Aslında taktik çok basitti: Türkiye’ye, “Gelin, bölgenin en güçlü iki ülkesi olarak buralar bizden sorulsun, başkaları giremesin” mesajı vermeye başladı. Tabii, “başkaları”ndan kasıt öncelikle ABD’deydi. Herhalde Rus stratejistler, bölgeyi Türkiye ile bir anlamda paylaşmayı, gelecekte iş birliğinin yerini düşmanlığın alması halinde Türkiye ile tarihte olduğu gibi kolayca başa çıkabileceklerini düşünmüş olmalıydı.
2003 yılında TBMM’nin Irak tezkeresini reddetmesi Rusları hem şaşırtmış hem de sevindirmişti: Demek ki Türkiye ABD’nin her dediğini harfiyen yapan bir ülke değildi. Putin’in 2004’deki Ankara ziyaretinin, 520 yıla yaklaşan Türk-Rus ilişkilerinde Ankara’ya lider düzeyinde yapılan ilk ziyaret olmasının altını kalınca çizmek gerekiyor. Bu ziyaret, ilişkilerde coşkulu bir nehrin önündeki barajın kapaklarının kaldırılması etkisi yarattı ve yakın ilişkiler Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 yılına kadar neredeyse kusursuz devam etti. 2014 yılında yaşanan “uçak krizi” dokuz aylık bir bunalım yarattı. Sonunda belki kriz çözüldü ama sonraki süreçte Türk-Rus ilişkilerinde zaman zaman inişler çıkışlar yaşandı
Başbakanlık dönemi
Putin halk tarafından çok seviliyordu ama anayasa onun başkanlık koltuğundan iki dönemden fazla oturmasına izin vermiyordu. Aslında istese, tek bir parmak işaretiyle anayasada değişiklik yapılmasını sağlayabilir, başkanlık seçimlerinde üçüncü kez aday olabilirdi. Buna ne Batı ne de Rus halkının çoğu karşı çıkardı ama bunu yapmak yerine karmaşık ve dolambaçlı bir yol seçerek başkanlığa yakın arkadaşı Dimitriy Medvedev’i önerdi. Hükümette yer almasına karşın kamuoyunda fazla tanınmayan, normal şartlarda, yani Putin’in desteği olmadan seçime girse yüzde 5 bile oy alması mucize sayılacak Medvedev 2008 mayıs ayında yapılan seçimde oyların yüzde 70’ini alarak başkanlık koltuğuna oturdu. Putin ise başbakanlığa geçti.
Böylece Rusya’da dört yıl sürecek “garip” bir dönem başladı… “Garip”ti çünkü ülkenin “bir numaralı” koltuğunda Medvedev oturuyor ama aslında gerçek liderin, ipleri elinde tutanın “2 numara”da oturan Putin olduğunu herkes biliyordu. Kameralara yansıyan ilk resmi görüşmeleri garipten de öte komikti. “Devlet Başkanı” olarak Medvedev “Başbakan” Putin karşısında eziliyor, büzülüyor, renkten renge girerek talimat vermeye çalışıyordu! Kısa boyu nedeniyle halkın “nano başkan” adını taktığı Medvedev aslında donanımlı ve entelektüel bir politikacıydı ama Rus toplumuna uygun değildi. Birincisi, lider özellikleri sınırlıydı, ikincisi fazla kibar ve yumuşak bir üslubu vardı. Diğer yandan, Rusya’nın her alanda nasıl acil reformlara ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde belki de doğru kişilerden biriydi ama sokaktaki vatandaştan üst düzey bürokrata herkesin gözünde “emanetçi”ydi. O kadar ki, Putin’i gözlerini kırpmaktan korkarak dinleyen bürokratlar Medvedev Kremlin’de önemli bir konuşma yaparken cep telefonlarını kurcalamakta sakınca görmüyordu.
Ortada böyle bir tablo varken, Medvedev’in başkanlık koltuğuna oturmasından sadece üç ay sonra yani, 2008 Ağustos ayında Rus-Gürcü savaşı patlak verdi.
Gürcistan’ın başında Rusya’dan nefret eden ve meydan okumaktan çekinmeyen, Batı ile ilişkilerini geliştirmek için uğraşan Mihail Saakaşvili vardı, üstelik ülkesini NATO’ya sokmaktan söz ediyordu. İttifak zaten, eski Doğu Bloku ülkelerini alarak Rus sınırlarına yaklaşmaya başlamıştı, şimdi Gürcistan’ın üye olması demek Rusya’nın etrafındaki çemberin biraz daha daralması demekti. Gürcistan’ın, aslında kendisine ait olan ama 1992 yılında tek yanlı olarak bağımsızlık ilan Güney Osetya’ya asker göndermesini bahane eden Moskova müdahalede bulundu. Küçük ve zayıf Gürcistan’ın Rusya karşısında direnmesi elbette olanaksızdı. Böylece Rusya hem Gürcistan’ı resmen bölmüş oldu hem de Batı’nın, o yılın şubat ayında Kosova’nın bağımsızlığını tanımasının intikamı aldı. Bu arada, Güney Osetya ve benzer durumda bulunan Abhazya bağımsızlık ilan etti ve Rusya tarafından tanındı.
Gürcistan olayı, Irak’ta Saddam Hüseyin’in, Yugoslavya’da Slobodan Miloşeviç’in devrilmesini önleyemeyen, Kosova’nın bağımsızlığını engelleyemeyen Rusya’nın dış politikadaki ilk büyük başarısı oldu.
Ama Medvedev-Putin ikilisini üç yıl sonra, 2011’de Libya’da ağır bir diplomatik yenilgi bekliyordu…
Diplomatik gol
Küçük Gürcistan karşısında alınan zafer aynı zamanda Rusya’nın Batı’nın kendisini almaya çalıştığı çemberi yarma girişimi niteliği taşıyordu.
Ama üç yıl sonra, yani 2011’de Libya’da deneyimli Rus diplomasisi sonuçları ağır olacak bir yenilgi aldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’da uçuşa yasak bölge oluşturulmasıyla ilgili oylamada normal koşullarda “hayır” oyu vermesi, yani veto yetkisini kullanarak kararın geçmesini engellemesi beklenen Rusya “çekimser” oy kullandı. Bu da, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin devrilmesine kadar uzanan yolu açtı. Rusya’nın bu “diplomatik gol”ü yemesinin nedeni büyük olasılıkla o anda başkanlık koltuğunda oturan Medvedev’le Putin arasındaki iletişim kopukluğuydu. Putin karara “haçlı seferleri”ne benzeterek karşı çıktı ama iş işten geçmişti.
Medvedev’in görev süresi dolunca, tıpkı dört yıl önce Putin’in yaptığı gibi, onu başkanlığa aday gösterdi. Putin, yapılan seçimi oyların yüzde 63’ünü alarak ilk turda kazandı ve başkanlık koltuğuna döndü, Medvedev’e ise başbakanlık yolu göründü. Seçim sırasında ve sonrasında, aralık ayındaki boyutta olmasa da muhalefet protestoları vardı.
2013 yılı sonunda Ukrayna’da başlayan olaylar, Suriye’ye kadar uzanan gelişmelerin tetikleyicisi oldu. Batılı gizli servislerin de karıştığı olaylar sonucu Moskova yanlısı Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç silahlı halk hareketi sonucu 2014 başlarında devrildi. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı andan başlayarak Rusya’yı kuşatmaya çalışan Batı, şimdi Rusların burnunun dibi denilebilecek bir yere kadar yakınlaşmıştı. İktidarının tehdit edildiğini düşünen Putin’in karşı hamlesi Kırım’ı işgal etmek oldu. Karadeniz kıyısındaki Kırım Sovyet döneminde aslında Rusya’ya aitti ama Ukrayna’ya hediye edilmişti! Yarımadada Ruslar çoğunluğu oluşturuyordu ve Rusya’nın Karadeniz donanması da o bölgede, Sivastopol’deydi, yani Moskova açısından stratejik öneme sahipti. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi çokları tarafından “Putin’in zaferi” olarak algılandı ama galiba aslında Ruslar Batı’nın tuzağına düşmüştü. Batılı ülkeler Rusya’nın Kırım için savaşı bile göze alacağını biliyordu ve Ukrayna’daki hamlesine karşılık Putin’in böyle bir adım atacağını kuşkusuz tahmin ediyordu. Görünüşte Putin kazanmıştı ama Batı da Ukrayna üzerinden Rusya sınırına dayanmıştı. Yeni iktidarın NATO’ya üye olması olasılığından dehşete kapılan Ruslar iç savaşın başladığı Ukrayna’da, ülkenin doğusundaki silahlı muhalefete para, silah, hatta asker desteği verdi.
Kırım’ın ilhakının ardından-kimilerine göre Batı’nın tezgahı sonucu-önce petrol fiyatlarının baş aşağı gitmesi, ardından Batı’nın yaptırımlar uygulamaya başlaması Rusya’yı derin bir ekonomik bunalıma sürükledi. Bu, o dönemde gelirlerinin neredeyse yüzde 60’ını enerji kaynaklarının satışından elde eden Rus ekonomisi için kaçınılmaz bir durumdu.
Bu koşullarda 30 Eylül 2015’e gelindi.
Peki, bu durumdaki Rusya Suriye’ye neden askeri müdahalede bulundu?
ABD’nin Suriye konusunda isteksiz ve kararsız davranması dış politikada “fırsatçı” davranan Putin’i heyecanlandırdı. Suriye’ye yapılacak müdahale ile bir taşla neredeyse bir kuş sürüsü vurabileceğini hesapladı. Böylece, Rusya’nın itilip kakılacak bir devlet değil, uluslararası bir güç olduğunu, Suriye’de aktörler arasında bulunduğunu ve masada yer alması gerektiğini gösterecek, Batı’nın kendisini “muhatap” almasını, önce diplomatik karantinayı, kısa vadede olmasa da yaptırımların kaldırılmasını sağlayabilecek, ayrıca Orta Doğu’daki yegane kalesini de kaybetmemiş olacaktı. Bu aynı zamanda Arap ülkelerinde başlayan, Suriye’de kesintiye uğrayan isyanların önce, örneğin İran’a, sonra da kendi ülkesine, yani Rusya’ya ulaşmasını engellemesi anlamına gelecekti.
Putin’in doğumundan başlayarak 2015 yılına kadar hikayesi ve onun iktidar döneminde Rusya’da yaşananlar böyle. Pazar günü yayınlanacak ikinci ve son bölümde ise 2015 yılından Ukrayna savaşına kadar yaşananları ele alacağız.
İlgili yazı: https://medyagunlugu.com/haber/vladimir-putin-testi-1-52386