Halil Ocaklı (halilocakli@yahoo.com)
Kısa bir etimoloji ile başlayalım; Tenkit kelimesi Arapçada didiklemek, gagalamak anlamına gelmekte. Türkçe eleştiri sözcüğü ise elemek, elekten geçirmek, el yordamıyla ayırmak gibi anlamlar türeten ele- kökünden gelmektedir.
Sunu girişinde önce “eleştirel düşünce” kavramını kısaca irdelemekte yarar var. Eleştirel düşünce; kuşkulanmayı, akıl yürütmeyi ve çıkarım yoluyla bilginin doğruluğunu sorgulamayı öneren analitik düşünce sistematiğidir. Eleştirel düşünme büyük olasılıkla Taş Devri ozanlarının ilk beste denemelerinden beri var olan bir olgudur ve sanatın, bilimin gelişiminde önemli roller oynamıştır. Denebilir ki, eleştirel bakış olmasa ne sanat gelişebilirdi ne de bilim.
Eleştiri olumlu ya da olumsuz olabilir, ancak nedense eleştiri denince akla genellikle başkalarını kusurları ve eksikleri üzerinden yargılamaya odaklanan bir yaklaşım gelir. Kusurların abartılarak alay konusu yapılması artık eleştiri değil, yergidir. Eleştiri ise belli bir davranış, söylem ya da eserde algılanan doğru ve yanlış yönlerin incelenmesi ve değerlendirilmesidir.
Eleştirinin amacı karşıdakini kötülemek ya da üstün gelmeye çalışmak değil, gerçeği bulma ve bir şeyleri daha iyiye götürme çabalarına katkıda bulunmaktır. Bu itibarla, eleştiri yeterli araştırma ve bilgiye dayanmalıdır. Bir filmi izlemeden yalnız duyumlara göre eleştirmek haksızlık olur. Olumsuz eleştiri soruna, olumlu eleştiri çözüme odaklanır.
Gelelim eleştiri kültürüne. Eleştiri kültürü, dar anlamda toplumun ortak değerlerine göre yaygın olan eleştirme biçimidir. Geniş anlamda, empatik gözlemlere dayanarak bir kişiyi, konuyu ya da bir yapıtı suçlayıcı olmadan sabır, saygı, anlayış, hoşgörü çerçevesinde değerlendirmektir.
Eleştiri kültürü, bir eleştiriyi toplumları uygar hale getiren değerler ve genel anlamda bilgi düzeyi ve görgü kuralları çerçevesinde sunma pratiğidir. Eleştiri kültüründe ön yargı, dedikodu, sözlü şiddet, dışlama ve benzeri yıkıcı davranışların yeri yoktur. Başka bir deyişle eleştiri kültürü, kültürlü eleştiridir.
Bir zamanlar Hindistan’da renklerin gurusu olarak bilinen Ranga Guru adında ünlü bir ressam yaşarmış. Eğitimini tamamlamış ama eleştirilmekten çekinen bir öğrencisi varmış. Bu öğrenci son tablosunu Ranga Guru’ya götürüp fikrini sormuş. Ranga Guru, “senin eğitimin bitti, işlerini artık başkaları değerlendirsin” diyerek, tabloyu kent meydanında en görünür yere koymasını istemiş. Ayrıca yanına “beğenmediğiniz yere çarpı koyabilirsiniz” yazan bir de not bırak demiş.
Öğrenci ertesi gün gittiğinde tablonun her yerinin çarpılarla kaplı olduğunu görmüş. Tabloyu Ranga Guru’ya gösterdiğinde Guru resmi yeniden yapmasını ve yeniden aynı yere bırakmasını rica etmiş. “Ancak bu kez tablonun yanına yağlı boya paletini, fırçalarını ve bir de ‘beğenmediğiniz yerleri düzeltiniz’ yazan bir not bırak” demiş.
Öğrenci bir sonraki gün tabloya hiç dokunulmadığını görünce şaşırmış, durumu hemen Ranga Guru’ya bildirmiş. Guru şöyle demiş; “İnsan başkalarında kusur ararken aceleci olabilir. Hiç resim yapmamış kişiler bile eserini acımasızca eleştirebilir. Çarpı koyup gitmek olumsuz eleştiri, fırçayı alıp sürece katılmak olumlu eleştiridir”.
Çağdaş psikolojiye göre, hayata sürekli eleştirel bakmayı alışkanlık haline getiren kişi, her yere çarpı koymaktan kendini alamaz. Alamaz çünkü zihnindeki yargı kalıplarına göre kusur aramak onun için bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Bu kişiye, “tamam, bu işi beğenmediğinizi anladım, peki siz bir çözüm üretin” dendiğinde oradan uzaklaşır.
Bir gün bir arkadaşımla Konyaaltı sahilinde sabah yürüyüşü yaparken, “şu dağların güzelliğine bak, inci gibi yan yana dizilmişler” dedim. Arkadaşım limandaki vinçleri göstererek “ama vinçler manzarayı bozuyor” dedi. O uyarana kadar vinçleri görmemiştim. Gözlerimizi olumsuzlukları bulmak için değil, güzellikleri ve iyileri görmek için kullanmak bizim elimizdedir.
Radikal eleştiri psikolojide öz saygı eksikliğini dengeleme çabası olarak değerlendirilir. Çocuklukta deneyimlenen aşağılanma, şiddet ve sevgi eksikliği gibi faktörler olumsuzluk önyargısının temel nedeni olabilir. Eleştirinin yıkıcı ve incitici nitelikte olması, eleştiriyi yapan kişinin travmatik çocukluk deneyimleriyle ilgili olabilir.
Bilinçaltının derinliklerinde duygusal blokajlar ve korkularla büyüyen bir çocuk, ileride kendini sürekli başkalarıyla kıyaslar. Buna karşı koyamaz. Koyamaz çünkü bagajındaki olumsuz deneyimler nedeniyle başkalarından daha az değerli olduğu yanılgısına kapılır.
Öz eleştiri yaparak kendi bilişsel ve duygusal süreçlerini gözlemleyebilen kişinin öz güveni genellikle dengedir. Öz güven eksikliği yaşayan kişi ise eleştirdiği insanların yetkinliğini, başarısını, çekiciliğini bir tehdit olarak algılar. Başkalarıyla aynı düzeyde olmadığı inancıyla öfkelenir ve sert eleştirilerle onların oyun alanını daraltmaya çalışır. Eksik ve yanlışlara dikkat çekmenin kendine ortamda üstünlük sağladığına inanır. Bu kişiler böylelikle başkalarını eleştirebilecek kadar bilgiye sahipmiş gibi görünmek isterler. Kısacası, bir yandan eleştiri egoyu yüceltirken, diğer yandan ego eleştiri dilini sertleştirir.
Eleştiri herkesin başına gelebilir, ancak önemli olan buna nasıl yanıt verildiğidir. İnsan egosu aşırı hassas ve kırılgan olduğundan, savunma mekanizmaları devreye girer ve anlık tepkiler kolayca tetiklenebilir. Diğer egoların önünde küçük düşmek istemeyen ego, ilişkilerin zarar görebileceğini önemsemeden karşı atağa geçebilir.
Psikologlar egoyu sakinleştirmek için eleştiride ‘sen dili’ yerine doğrudan ‘ben dili’ kullanılmasını önermektedir. Örneğin ‘sen bana bunu söyledin’ yerine ‘ben bunu böyle anladım’ gibi. Bunun için de eleştiriye neden, niçin, niye gibi keskin sözcüklerle başlanmaması gerektiğini söylüyorlar.
Olası tepkiyi azaltmak amacıyla olumsuz bir sözcüğü nötr bir sözcükle değiştirmeye dilimizde “örtmece” deniyormuş. Birkaç örtmece örneği: Şişman yerine balık etli, çöpçü yerine temizlik işçisi, öldürmek yerine etkisiz hale getirmek, işten çıkarma yerine yeniden yapılanma vb.
Tepkisel eleştiride, sözlerin akıl süzgecinden geçirilmediğini ve eleştirinin aslında öz benliğe değil davranışlara yönelik olduğunu anlamak önemlidir. Gelen eleştirinin yönünü öz benlikten ayırmak, olası ani ego ataklarımızı yönetmenin sağlıklı bir yolu olabilir.
Kişisel almamak
Bu bağlamda eleştirilmek trafikte arkadan selektör yapılmasına benzetilebilir. Arkadaki sürücü özde benim nasıl biri olduğumu bilmeden sadece önündeki metal yığınına selektör yapmaktadır. Evet, arabayı süren benim ama araba ben değilim demek bizi rahatlatır ve o zaman selektörü de eleştiriyi de kişisel almayız.
Kolektif deneyimlerden öğrenilen düşünce ve davranış kalıpları zamanla gelenekselleşir ve eleştiri kültürünün bir parçası olarak toplum belleğine yerleşir. Farklı kültürlerde farklı sosyal normlar gelişmesi ve eleştiri kültürünün Doğu ve Batı toplumlarında farklı olması doğaldır.
Bireysel özgürlük, serbest rekabet, laiklik ve demokrasi gibi alışkanlıkları olan Batı’da performans geliştirmeye odaklanan yapıcı bir eleştiri stili yaygındır. Bilim, sanat ve edebiyat ustalarının eserleri öğretilirken, yaklaşım çoğunlukla “Bak, bu eserler çok iyi ama sen onları geçebilirsin” şeklindedir. Okullarda her çalışmanın başkaları tarafından eleştirilebileceği ve geliştirilebileceği öğretilir.
Batı’da eleştiri kültürü, bireyin kişiliği ya da karakterinden ziyade bilim, spor, sanat ve edebiyat gibi alanlardaki performansın ve yapıtların yorumlanması etrafında gelişmiştir. Bu geleneğin kökleri esasen Rönesans’a kadar uzanır. Bireyin akıl yürütebilmesi ve düşüncelerini çekinmeden dile getirebilmesi Rönesans hümanizminin Batı’ya bir armağanıydı.
Evanjelik kilisesinin kurucusu Martin Luther, tarihin en güçlü eleştirilerinden birini yapma cesaretini gösterdi. Kilisenin para karşılığında günah bağışlama yetkisini sert bir dille eleştirdi. 95 maddelik reform tezini Ekim 1517’de Wittenberg Kilisesi’nin kapısına çivileyerek, Papalığa resmen meydan okudu. Yenilikçi Protestan ekol, Papa’ya ve Katolik ulemaya biat dönemini büyük oranda sona erdirdi. Avrupa’da siyaseti ve toplumu dönüştürerek üst ve alt sosyoekonomik katmanlar arasında bir orta sınıfın ortaya çıkışını hızlandırdı.
Öte yandan Batı’da eleştirinin her zaman yapıcı olduğu da söylenemez. Örneğin, Fizik öğretmeni Albert Einstein’a “odun kafalı” demiş. Müzik öğretmeni Elvis Presley’e “müzik kulağın yok, kamyonculuğa geri dön” demiş. Sınıf öğretmeni Thomas Edison’a “öğrenme engelli” demiş. Resim öğretmeni Walt Disney’e “çizim yeteneğin ve hayal gücün sıfır” demiş. İyi ki bu kişiler öğretmelerini değil, kendi iç seslerini dinlemişler ve iyi ki aileleri onları desteklemiş.
Ünlü sosyolog Şerif Mardin’in dediği gibi, Türklerde gelecek vizyonunu askeri başarılara dayandırma geleneği vardır. “Türkler asker millettir” söylemi özünde doğrudur çünkü Avrupa’daki gibi devleti orta sınıflar değil askerler kurar. Ancak bunun toplumdaki yansıması olarak vatandaşlar, hiyerarşik çatıyla ters düşmemek için düşünce ve sözlerine otosansür uygular. Disiplinci yönetimlerde bir yan ürün olarak devreye giren otosansür, hayatın her alanında eleştiri yapma isteğini geriletir.
Antidemokratik rejimlerde eleştiri geleneği hep “onlar” şeklinde dışa dönüktür. Ailenin, aşiretin, patronun, dava liderinin dedikoduları yapılsa da yüz yüze eleştirisi yapılmaz. Bu ülkelerde parti liderleri, bürokratlar hatta sendika liderleri bile bu yüzden neredeyse ölene kadar koltuklarını koruyabilmekteler.
“Senin ustan işinde çok iyidir, ona layık olmaya çalışmalısın” denen bir atölyede çırakların yaratıcı üretkenlik geliştirmesi biraz zor görünüyor. Eleştiri kültürünün yeşeremediği gelenekçi ortamlarda hoşgörüsüzlük artar, dışlayıcı, otoriter ve çatışmacı yönelimler baskın hale gelir. Töreye dogmatik anlamlar yüklemek, akli kültür yerine nakli kültür oluşması gibi ciddi bir sosyolojik soruna yol açar.
Çoğu Orta Doğu ülkesinde devlet kurumlarında atamaların lidere ve davaya yakınlık temelinde yapıldığını biliyoruz. Kamu kurumları birçok yerde niteliksiz yandaşla doldurulur. Çalışanların mesleki yeterlilik, bilgi birikimi ve deneyimlerine göre işe alındığı liyakat (meritokrasi) modeli Orta Doğu’da hâlâ hoş bir hayal gibi görünüyor. Benzer kayırmacılık formatları Rusya, Çin, Kuzey Kore, Türki devletler ve Afrika’da da görülüyor.
Mahalle baskısı
Büyüklerini eleştirmekten kaçınan Japonlar mahalle baskısından çekinir ve “Başkaları benim hakkımda ne düşünür” kaygısıyla yaşarlar. Gelenek ve görenekler dinsel yapıya bürünerek Japonya’da kendi dogmalarını yaratmıştır. Bireyselliğin töresel yapı içinde erimesinin iş ve sosyal ilişkiler açısından sıkıntılı sonuçları olabilir. Örneğin, seyrek olsa da kırsalda hâlâ görülen ‘görücü usulü’ evlilik, Narita Sendromu’nun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Görücü usulüyle nişanlanan genç, başka hayalleri olmasına karşın sırf aileler istediği için evlenip balayına çıkar. Favori balayı tatil yeri Hawai’dir. Gençler balayından sonra ayrılacaklarını bilir ve dönüşte Tokyo Narita Havaalanı’dan herkes kendi evinin yolunu tutar. Denedik ama olmadı denir. Töreye uymuş olmanın konforu içinde herkes olağan işlerine döner.
Konuya yine Türkiye özelinde farklı bir açıdan bakalım: Anadolu’da toprak ve vatan ana, devlet baba olarak bilinir. Bizde devlet eleştirilmek yerine halktan ödünsüz bağlılık bekler ve bunu her alanda hissettirir. Örneğin devlet kurum ve kuruluşlarına ait tabelalarda hiç gerekmediği halde müdürlük, başmüdürlük hatta baş şeflik gibi tanımlar kullanılır.
Resmi kurumun adı “Karayolları Kurumu” olsa herkes tarafından kolayca anlaşılırdı ama tabelaya “Karayolları Müdürlüğü” yazılır. “PTT Antalya Merkez Ofisi” yerine “PTT Antalya Başmüdürlüğü” yazılır. “İl Sağlık Kurumu” yerine “İl Sağlık Müdürlüğü” yazılır.
İtaat geleneğinin egemen olduğu ülkelerde resmi kurumlar devletin gücünün vatandaşa hissettirildiği yerlerdir. Daha tabelaya bakılırken makamın önemi ve ağırlığı anlaşılsın istenir. Bu tutum, vatandaşları hiyerarşi piramidine göre hizaya girmeye ve “hazır ol”da durmaya çağıran despotik yöntemlerin tipik bir örneğidir.
Devletin eleştirilememesi Doğu’da içtihat kapısının, yani felsefi yorum yolunun kapanması ve dinin siyasallaşmasıyla bağlantılı olabilir. “İmamlar söylenecek her sözü söylemiş, yeni yorumlara gerek yok” yaklaşımı, eleştiriye kökten kapalılığın nedeni olabilir. Osmanlı döneminde de eleştiri kolay iş değildi. Bâb-ı Âli’yi edebiyat ve sanat yoluyla eleştirenler bile hicivleri yüzünden tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş dahası kelleleri vurulmuştur.
Günümüze gelince, bir yazının yalnızca başlığına bakarak bile sert yorumlar yapıldığına tanık oluyoruz. Bir sosyal platformdaki ‘Alkolün Yararları’ başlıklı uyarıcı yazıma “çok aptalca” diye bir yorum aldım. Yazıyı okuma süresi 4 dakikaydı ama yorum yayından sadece 7 saniye sonra geldi. Sosyal medyanın yükselişi, toplumumuzda zaten kıt olduğunu düşündüğüm eleştiri kültürünün yozlaşma sürecini hızlandırdı. Sosyal medyada yorumların herkese açık olması, özellikle çocukları yeni bir olumsuz alışkanlığa doğru itiyor. Ne yazık ki, çocuklar yorumlarda “linç” edici eleştiri yapabiliyor ve bunu olağanmış gibi kanıksayarak büyüyorlar.
Diğer yandan, eleştiriye açık olmak iyidir ancak hiç kimsenin herkesi aynı anda memnun etme zorunluluğu olamaz. Zaten gerçekçi de değildir, çünkü birileri her zaman eleştirecek bir şeyler bulacaktır. Eleştiri öz benliğe değil sözlere, tutum ve davranışlara yöneliktir ve bu nedenle içsel mutluluğa dokunamaz. Alınganlık gösteren, öfkelenen, hemen savunmaya geçen ve tartışmaya giren öz benlik değil, yanılsamalarla dolu egodur
Nasreddin Hoca bir gün oğlunu eşeğe bindirmiş kasabaya gidiyormuş. Karşıdan gelen biri “Genç adam eşeğe binmiş ama yaşlı babası yürüyor” diye söylenmiş. Oğlu inmiş, hoca binmiş. Başka birisi “Hoca hoca, çocuğu yürütmeye utanmıyor musun?” demiş. Sonra ikisi de eşeğe binmişler ve karşılaştıkları bir başkası “Yazık değil mi zavallı eşeğe?” diye eleştirmiş. Bu kez ikisi de inip eşeğin yanında yürümeye başlamışlar. Tam o sırada başka biri, “Bu nasıl iştir yahu, iki kişi yürüyor ama eşeğe binen yok” demiş.
Öz eleştiri, klasik Yunan’dan bu yana ‘Gnothi Seauton’ yani kendini tanıma yolunda başvurulan araçlardan biri olmuştur. Birey, öz eleştiri yoluyla kendi iç evrenini inceleyerek özgür düşünce, akıl ve bilimsellikle gerçeği arayabilir. Hiçbir ayrım ya da ayrıcalık gözetmeden tüm insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunabilir.
Eleştiri kültürünün yani kültürlü eleştirinin modernleşme yolundaki toplumlarda gelenekleşmesi çok değerlidir. Bir başkasını aceleyle eleştirmeden önce birkaç derin nefes alıp vermek, bize düşünme şansı verecektir. Argümanımızı mantık süzgecinden geçirdikten sonra eleştirimizi sunabiliriz. Her birimiz yapıcı ve vizyon geliştirici eleştirilerle eleştiri kültürünün kurumsallaşmasına katkıda bulunabiliriz.