Hıristo Brızitsov 1901’de İstanbul Ortaköy’de dünyaya gelir. Gazeteci olan babası Dimitır Brızitsov tahminen 1890’da Ekzarh* Yosif 1 tarafından Bulgarlar için bir gazete çıkarılmak üzere İstanbul’a çağrılmıştır. Yani aile Hıristo doğduğunda 11 yıldır İstanbul’dadır.
Hıristo 12 yaşına kadar yani 1913 yılına kadar doğduğu kentte kalır, sonra ailesiyle Bulgaristan’a döner. İşte bu on iki yılı anlatır Hıristo yapıtında. Kitap Yayınevi tarafından Türkçe’ye kazandırılan bu yapıt imparatorluğun can çekişirken bile ne kadar renkli ve kozmopolit bir yaşamı olduğuna tanıklık eder. Aynı zamanda Osmanlı’nın kötü günleridir o günler. Hıristo 1919’da Amerika’ya gidebilmek için Karaköy’e yani İstanbul’a yeniden gelir ancak ambarına saklandığı gemi henüz Marsilya’dayken yakalanır ve Paris, Cenevre ve Viyana üzerinden memleketine dönmek zorunda kalır. Böylece Amerika rüyası sona erer.
Hıristo 1939 yılında ise artık deneyimli bir gazeteci olarak Bulgar Başbakanı Georgi Kyoseivanov’un heyetinde Mir gazetesinin yayın yönetmeni titriyle trenle İstanbul üzerinden Ankara’ya gelir.
Hıristo’nun yaşam öyküsünü burada bitirelim isterseniz çünkü anlattığı İstanbul, gerçekten dinledikçe insana inanılmaz geliyor.
“Doğduğum ev (Ortaköy’deki ev, M.G.) adeta Boğaz’ın üzerine eğiliyordu, öyle ki pencereden ipe bağlı bir kova sarkıttığımızda deniz suyu alabilirdik.”
“Bir zamanlar Ortaköy” diyesi geliyor insanın. Bulgar Eksarhlığında bir yangın çıktığını yazar Hıristo anılarında. Çıkan yangınla ilgili olarak da Rumları suçlar. Rumlar zaten Bulgarları Ortodoks mezhebi üzerinden bir nevi tahakkümleri altına almaya çalışmıştır yüz yıllardır.
“Kem diller tabii ki yangını çıkaranı fısıldıyordu: Ezeli bir düşman. Karşınızda oyunu kuralına göre oynamayan bir rakip varsa, işiniz gayet zor olur. Pişmanlık duyması ve susması gerekirken, düşman matbuat Bulgar Ekzarhlığındaki yangını farklı bir boyuta taşıdı. Neymiş? Bulgarlar, birtakım yazışmaları imha etmek için yangını kendileri çıkarmışlarmış; bu yazışmalar ekzarhlığa, Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini sarsmaya yönelik bir suçlama yöneltilmesinin delili olabilirmiş. Bu suçlamalar çeşitli gazetelerde kelimesi kelimesine aynı içerikte, sanki Fener Partikliği’nden çıkartılan bir sirküler gibi yayınlanıyordu. İmlâ işaretlerine varıncaya kadar örtüşen bu benzerlik, suçlamanın saçmalığını çok iyi gösteriyordu. Ekzarhlığın gündeminde ise şehrin kenarına taşınmak vardı. (1907’de Ekzarhlık Şişli’ye taşındı.)”
Hıristo’nun İstanbul’daki gayrı müslimlerin yaşamına ilişkin aktardıklarından farklı şeyler öğreniyoruz.
“Bulgar erkekler Rum kadınlarla, Rum erkekler Bulgar kadınlarla, yine Bulgar erkekler Ermeni kadınlarla, birtakım karışık levanten kadınlarla evleniyorlardı ve tersi -levanten erkekler de Bulgar kadınlarıyla, İstanbul’da doğduklarına göre kendileri de bir o kadar karışık olar Ruslarla, İngilizlerle, Fransızlarla da sıkça evlilikler yapılıyordu. Velika ve Katine teyzelerimin kocaları da Rum’du, hatta eniştemin biri azılı Rumdu. Maria Teyze bir Hırvat’la, Petır dayı ise bir Ermeni kızıyla evlenmişti. İşte size eksiksiz bir İstanbul.”
Tiyatrolar İstanbul’a renk katıyor
“Şehrin Avrupa yakasındaki çok sayıdaki Avrupalıdan gayet sıcak kabul gören yabancı tiyatro kumpanyaları İstanbul’da sıkça sahne alıyordu. Düşünsenize, Sarah Barnhardt (ünlü Fransız tiyatro oyuncusu) bile misafir olmuştu bu kente. Konser salonu Odeon Tiyatrosu diye geçiyordu, her ne kadar bu adı taşıyan bir tiyatro topluluğu olmasa da. Odeon tabii ki Grand Rue de Pera’daydı, başka nerede olsun! Bir ara seyyar opera da kapılarını açmış ve madam bu operada kötü yazgılı Butterfly rolünü oynamıştı.”
“Kendi bahçesi olmayan otelin (Pera Palas) akciğeri Petit Champs adıyla bahçesiydi, kim bilir hangi girişimcinin cebini doldurmak ve avamın girişini olabildiğince kısıtlamak için buraya bir kuruş ödeyerek giriliyordu. Yuvarlak bir çiçek tarhı levanten kadınların en sevdikleri dolaşma yeriydi, banklarda, sanki vitrin mankeni gibi bunlara oturmuş levanten erkekler uyukluyordu. Bu bahçede İstanbul’un Rum kadınları ile Ermeni, Yahudi, Suriyeli, Mısırlı, Lübnanlı ve tüm bunların karışımı olan kız kardeşleri sadece kendilerini dolaştırmıyor ama seyyar Fransız tiyatro kumpanyası tarafından burada temsil edilen oyuna göre değişen modern giysilerini de dolaştırıyorlardı -fıçıya benzer çember etekler, harem şalvarları vs.
Yine bu bahçede Pathe Kardeşler sinematograf gösterileri de yapıyordu, perdenin bezi bir yaşındaki çocuğun cılız bacakları gibi titreşiyordu. Sinema da henüz bebeklik dönemindeydi. Salonun mimarı, alanında yeterince olgunlaşmış biri olacak ki zeminde kademeler oluşturmuştu; bu sayede seyircinin, önünde oturanın şapkasını veya sanatsal biçimde yükseltilmiş saçlarını değil ama sahneye görmesi sağlanıyordu.”
Müslüman ahali değil ama gayrimüslim ahali ve tabii ki onlara uyan çok az sayıdaki Türk de bu renklilikten nasibini alıyordu. İslamiyetin tüm hayatı kısıtlayıcı kurallarına bakılınca zaten sıradan Müslümanların bu yaşama bırakın ayak uydurmayı kabul etmesi bile imkansızdı. Ancak renklilik renkliliktir ve en azından Müslümanlar da bu renkliliğe katılmasalar da bizzat tanık oluyor yani başka hayatların varlığından haberdar oluyorlardı. Bu bile her şeyi yasaklayan diktatörlüklerdeki yaşamdan daha iyi olmalı.
Frigobuzcuların ataları
Şimdi okuyacaklarınız ise yaşı ellinin üstünde olanlar için hoş bir sürpriz olacak.
“Salonda, (sinema salonunda) rahat etmeye ve hoşça vakit geçirmeye sadece küçük satıcı tayfası engel oluyordu; bunlar seyircilerin dizleri arasında sürekli dolaşarak akla gelebilecek her türlü şekerli içecekle çekirdek ve badem türünden atıştırmalıklar, hatta helva ve dondurma bile satıyorlardı. Halkın bunları şapırdata şapırdata yemesi orkestranın sesini bile bastırıyordu.
Bu akşam ise sesli film gibi yeni bir şey gösterilecekti. Paris’i sel basmıştı ve Pathe Kardeşler, ‘Bay Jojo’nun Melon Şapkası’ ile ‘Erkek ve Kadın Nişanlı’ filmlerinin yanı sıra sel hakkında da bir film çekmişlerdi. İstanbul sinemasının sivri zekâlı mimarı bu filmin gösterimi sırasında coşkun suların sesini aksettirecek bir şadırvan kurmuştu salona. İşte, film başlıyor, Sen Nehri’nin suları şehri basıyor; insanlar çatılara tırmanıyor, cankurtaranlar boğulanları sudan çekiyor, seyirciler ahlıyor ohluyor. Türkçe ‘aman zavallılar’ nidaları duyuluyor. Ancak öyle bir şey oldu ki seyirciler de ‘zavallı’ durumuna düştü. Şadırvanın nasıl kurulduğu bir sırdı, ancak fırtına sularının aniden salonu bastığı da apaçık ortadaydı. İnsanlar kendilerine gelinceye ve bunun bir gösteri değil ama tam bir afet olduğunu anlayıncaya kadar birçoğu göğüs hizasına kadar ıslanmış buldu kendini.”
Rumeli Han’ın çatısında uçurtma savaşları
“Rumeli Han’ın çatı terası binanın üzerinde bir bahçe gibi yayılıyordu. Bir tek ağaçlar eksikti; ama çok sayıdaki baca ağaçların yerine geçiyordu. Dört tarafı sarmalayan yüksek demir korkuluk çocuk oyunlarımızı emniyetli kılıyordu. Çocuk dediğime bakmayın, elli küsur dairenin çocukları sanki beynelmilel bir orduydu, üstelik ittifak halinde: Alman çocuğu, Macar ve Avusturyalı çocuklar; İngiliz çocuğu, Fransız çocuğuyla, Bulgar çocuğu Ermeni, Rus ve bir de Rum çocuğuyla. Ara sıra hepimiz toplanıyor ve çaprazdaki Avrupa Han’a doğru büyük bir uçurtma salıyorduk; oradakiler de karşılık veriyordu. Uçurtma kınnapları birbirine dolaşınca her iki kamptaki askerler kendi kınnabını aceleyle ve güçle çekerek ‘düşman’ uçurtmayı kendilerine yaklaştırmaları gerekiyordu. O zaman can alıcı an geliyor, iki ordu da kınnapları yabancı uçurtmayı koparıncaya ve taraflardan biri iki uçurtma sahibi oluncaya kadar geriyordu…
Ben de geri kalmıyor, pazardan renksiz şeyler satın alacağıma uçurtmamı kendim yapıyordum. Kaldı ki ben daha çok bayrak uçurtması salıyordum. Bulgar bayrağının üç rengiyle.”
Bir çocukluk anısı bile bir toplumun yaşamına ilişkin ne çok ayrıntı veriyor değil mi! Şu kısacık anlatımda neler yok ki! Ancak bir imparatorluk başkentinde rastlanabilecek etnik çeşitlilik, çocukların etnisiteleriyle hiçbir ilgisi olmayan ortak zevkleri, oyunları ve düşleri, devasa hanlar ve terasları…
Hıristo’nun çocukluğundan anımsadığı ayrıntılar İstanbul’un diyelim ki altı yaşından itibaren yani 1907 ile kentten ayrıldığı 1913 tarihleri arasındaki gayrimüslim yaşamına ilişkin paha biçilmez bilgiler veriyor. Bugün Türkiye’de yaşayan bir Bulgar ailenin çocuğu Bulgar bayrağı renklerini taşıyan bir uçurtma uçurmaya kalksa… Sonunu düşünmek bile istemiyorum.
Bu çocukların bazılarının babaları ticaret işi yapıyordu. Diğerleri ise Hıristo’nun anlatımına bakılırsa dar gelirli bir aile yaşamı sürdürüyordu.
“Rum arkadaşımız Panayotis zengin çocuğuydu; babası da ana caddede iç çamaşır mağazası işletiyordu. Büyük Strongilo Mağazası İstanbul züppelerini kendine çekiyordu. Özünde çok mütevazı bir çocuktu ve çoğumuz maddeten darda ailelerden olduğumuzdan dolayı sanki bir tür suçluluk hissediyordu. Panayotis bize Tobler ve Nestle çikolataları dağıtıyordu; o sıralarda İsviçre fabrikaları doğuyu çikolataya boğmuştu. Biz de ikramı geri çevirmiyor, ama borçlu da kalmıyorduk; ben de ona uçurtma yapıyordum.
Mario Bragiotti de iyi arkadaşımdı. Kaptan olan babası Bulgar limanlarını ziyaret ediyor ve oğluna milletimiz hakkında güzel şeyler anlatıyormuş: Ahlâkını korumuş, çalışkan, dürüst, tutumlu. İliğine kadar Anglosakson olan diğer arkadaşım Alfred Massa ırkının bütün özelliklerini taşıyordu: Mesafeli, kibirli bir üstünlük duygusuyla. Sözünün dinlenmesini istiyordu, o karar versin, ötekiler bunları yerine getirsin, neredeyse ceza verme hakkını bile elinde tutmak istiyordu. Britanyalı sömürgeci! Müttefikleri olan İtalyan Mario ve Fransız Marcel Panyol ona zor tahammül ediyordu. İngiliz sadece düşman halklara değil, ama müttefiklerine de üstünlük taslamak istiyordu. Marcel de milletine sadıktı: Her ortamda ve şartta bir Fransız’dı o. Islık çalarak küçük kızları eğlendiriyor, akranlarına ise dikleniyordu. Fransa için büyük bir sevgiyle konuşuyor ve herkesi ülkesine davet ediyordu. İstanbul kumpanyası Ermeni’siz olur mu! Rumeli Han’da bu milleti gözleri pırıl pırıl parlayan, abartıyı seven ve kendine yakın durana sıkıca bağlanan Victor temsil ediyordu. Canlıymış gibi aşağı yukarı sallanan ahşap atını sıkça bana veriyordu.”
Kitap Yayınevi’nin dilimize kazandırdığı bu yapıtı (Bir Çocuğun İstanbul Hatıraları 1901-1913) okumanızı öneriyorum. Oldukça ince bir kitap ve alıntıladığım satırların onlarca katı kadar, büyük zevk alarak okuyacağınız anılarla dolu. Kitabın çevirisini yapan Hüseyin Mevsim’i de bu arada kutlamadan geçmeyeyim. Enfes bir çeviri yapmış, beynine sağlık.
Herkese keyifli günler dilerim.
Fotoğraf: 1900’lerin hemen başında İstanbul
* Bulgar Eksarhlığı Otosefal Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin resmi adıdır. Eksarhlık, 1945 yılında Ekümenik Patrikhane tarafından tanındı ve 1953 yılında Bulgar Patrikliği’ne dönüştürüldü. Rum Patriği’nin ikâmet ettiği binaya “patrikhane” dendiği gibi, Bulgar ruhâni liderinin bulunduğu Fener’deki yere de Eksarhhâne denirdi. Sultan Abdülaziz döneminde 28 Şubat 1870 tarihli ferman-ı hümayun ile kuruldu. O döneme dek Osmanlı Devleti’nde geçerli olan millet sistemi uyarınca Bulgarlar da Millet-i Rûm’a mensuptu. Bulgar İsyanları’nın filiz verdiği ve Bulgarların Millet-i Rûm tahakkümünden ayrılmak için hareketlenmeye başladıkları 1840’lı yıllarda başlayan mücadele 1870 tarihli ferman ile sonuçlandı ve yaklaşık 30.000 Bulgar kökenli Osmanlı vatandaşının yaşadığı İstanbul’da bir Eksarhhane kuruldu. 1872 yılında da Bulgar Eksarhhânesi Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ilişiğini kesti. 1908 yılında Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle Eksarhhane’nin taşınması gündemi meşgul etmeye başladı. 1913 yılında Balkan Savaşı’nın ardından Eksarh I. Josef döneminde Sofya’ya taşındı ve İstanbul’daki kurum “Eksarh Vekilliği”ne dönüştürüldü. 1945 yılında “Eksarh Vekilliği”nin Patrikhane’ye bağlanmasıyla Eksarhhane’nin faaliyeti de sona erdi.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: