İsmail Boy
Geçen hafta Türkiye’nin ekonomi, savaş, siyaset gibi yoğun gündemden bir parça uzaklaşmak amacı ile günübirlik İstanbul-Beyoğlu turu satın aldım,
Son zamanlar İstanbul’da bunun gibi birçok tur organize ediliyor, yaşadığınız beldenin tarihini bilmek ve her gün önünden geçtiğiniz binaların nasıl hikayelere sahip olduğunu öğrenmek çok güzel bir duygu.
İstanbul dünyanın sayılı metropol kentlerinden biri, büyük kent denildiğinde akıllara sadece kocaman konutlar, AVM’ler, restoranlar, dükkanlar falan gelmez. O kentler aynı zamanda bulundukları ülkelerin birer eğlence merkezidir. Örneğin Paris’teki Pigalle, St German, Londra’daki Picaddily-Soho, Amsterdam’daki Red Light District gibi, İstanbul’da da Beyoğlu vardır.
Türkiye’ye henüz yabancı turist akımının başlamadığı 1950-60’lı yıllarda Beyoğlu, Anadolu’dan ticaret amacı ile İstanbul’a gelen kentli esnaf erkeklerin uğrak yerlerinden biriydi. Akşam iş dönüşlerinde otel odalarında pineklemek yerine, birkaç kafa dengi arkadaş ile birlikte ziyaret edilen bar ve pavyonların bol olduğu bir mekandı.
Bu insanların Beyoğlu ziyaretlerinin bir diğer amacı da memleketlerine döndüklerinde yaşadıkları maceraları biraz da abartarak etrafa anlatmak ve onları etkileme isteğiydi. Oysa Beyoğlu o dönemlerde her türlü “av” ve “avcı”nın buluştuğu, bazen güzel bir av yakaladığını zannederken aslında başkaları tarafından avlanan ve bu durumun farkına iş işten geçtikten sonra varan insanlarla doluydu.
Beyoğlu sadece bu tür eğlence yerlerinden ibaret değildi, İstanbul entelektüellerinin tiyatro veya alışveriş için gittiklerinde uğradıkları Lebon, Markiz, Baylan, Pelit gibi kafe ve pastaneler vardı. Buralar o dönemin yazar, ressam, heykeltıraş, sinema veya tiyatro sanatçılarının da gittiği merkezlerdi, aynen Paris St. German des pres “Cafe de Flore” veya “La Palette” gibi Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Fikret Mualla gibi sanatçıların buluştukları mekanların benzerleriydi.
1950’li yıllarda Sait Faik Abasıyanık ve Orhan Veli Kanık gibi bohem edebiyatçıların ziyaret ettiği bir Beyoğlu vardı ki daha çok meyhane kültürünü anlatırdı, örneğin bir zamanlar Bolşevik Devrimi’nden kaçıp gelen güzel Rus kadınlarının çiçek sattığı o eski “Hristaki” Pasajı, yani nam-ı diğer Çiçek Pasajı’nın İstanbul’daki akşamcıların sembol yerlerinden biri olmasında bu iki üstadın büyük katkıları olmuştu.
Bunların yanı sıra bir de Yeşilçam Sokağı ile Türk sinemasına figüran tedarik eden kahveler, Anadolu’ya turnelere çıkacak kumpanyalara genç kadınlar bulan ajanslar, randevuevleri, gizli kumarhaneler, uyuşturucu trafiğinin geçtiği yerler ve tabii bütün bunları organize eden yeraltı dünyası vardı; yani Beyoğlu tam anlamıyla bir eğlence entegrasyonuydu.
Ama o dönemler Beyoğlu sadece gece hayatı demek değildi, pek çok çocuk güzel bir cumartesi öğleden sonrasında bayramlık elbiselerini giyerek babasının elinden tutup gittiği İstiklal Caddesi’ndeki İnci Pastanesi’nde yiyeceği profiterolün, “Taksim” ya da “Elhamra” sinemasında seyredeceği bir filminin hayali ile yaşar ve sonraki hafta başında da okul arkadaşlarına hava atarak Beyoğlu’na gittiğini anlatırdı.
Bugünkü Beyoğlu’na bakınca, ona o eski ruhu veren yerlerin yerinde yeller esiyor. Geçmişi tekrar canlandırıp, hatırlatmak adına eskiden bulunduğu adreste ve orijinaline sadık kalarak dekore edilip açılan Markiz Pastanesi bile ne yazık ki günün ekonomik koşullarına ayak uyduramayıp tekrar kapanmak zorunda kaldı, tıpkı geçen yıla kadar ayak diretmesine rağmen kapanmaktan kurtulamayan Lebon Pastanesi gibi.
Beyoğlu-Balıkpazarı esnafı hala eski lonca düzeni gibi işlerini yürütmeye çalışsa bile, müşteri olarak gelenler aynı aşina yüzler olmadığı için o eski esnaf-müşteri sohbetlerindeki sıcaklık soğumuş ve formel bir hal almış durumda.
Şimdiki Beyoğlu genellikle Orta Doğu ve eski Doğu Bloku ülkelerden gelen turistlerin ziyaret ettiği, lokum, baklava ve hediyelik eşya satan mağazaların yanı sıra, kafelerin, türkü barların, “fast food” restoranların ve perakende zincir mağazaların bulunduğu bir mekan oldu.
Beyoğlu’nun ara sokakları ise Sahra Altı Afrikalılar ve zorunlu göç ile Orta Doğu’dan gelen insanların enformel (gayriresmi) yaşantılarını sürdürdükleri yerler haline geldi.
İstanbul gençliğinin Beyoğlu ile ilişkisi, Asmalı Mescit veya Nevizade’de kurulmuş olan küçük içkili mekanlarla sınırlı, maddi durumları iyi olanlar ise biraz da nostalji yaparak “Yakup”, “Rıfkı”, “Cavit” veya “Cumhuriyet” gibi meyhanelere takılıyor.
Hafta ortası aksam üzerleri siyah takım elbiseli, beyaz gömlek ve siyah kravatlı erkekler Nur-i Ziya Sokak’taki mabetlerine gitmek için İstiklal Caddesi’nde yürürken yol üzerinde tek başlarına veya küçük gruplar halinde müzik yapan yabancı gençlere ve etraflarındaki kalabalığa garipseyerek bakışlar atıyor.
Beyoğlu artık iş yapmaya gelen Anadolu esnafının eğlenmek için uğradığı bar ve pavyonların veya sanat ve edebiyat dünyasının buluştuğu kafe ve pastanelerin ya da iş alabilmek için insanların sabahladıkları sabahçı kahvelerinin bulunduğu bir yer olmaktan çıkıp, küresel kentlerin bir benzeri, her milletten insanın uğradığı ve kendisi için bir şeyler bulmaya çalıştığı bir yere dönüştü.
Manşet fotoğrafı: Pera Palas 1930’lar.