Her sabah uyanıp aynaya baktığımızda, gördüğümüz şey yalnızca fiziksel bir yansıma mıdır, yoksa yılların yüküyle biçimlenmiş, tarih boyunca eklenmiş katmanlardan oluşan bir maske mi?
Kendimize sorduğumuz bu soruların yanıtları, yalnızca bireysel kimliğimizle ilgili değil, aynı zamanda insanlığın ortak ruh halini de yansıtır.
Son günlerde dünyanın dört bir yanından gelen acı haberler, yüzlerin ardındaki gerçeği daha da belirgin hale getiriyor. Bombalar altında yaşam mücadelesi veren çocuklar, yerinden edilmiş aileler, savaşın içinde kaybolan umutlar… Peki, biz tüm bunları izlerken gerçekten ne hissediyoruz? Hüzün mü, empati mi, yoksa sadece bir anlık keder mi? Belki de zamanla hislerimiz bile donuklaşmış, acının bir istatistik hâline gelmesine alışmışızdır.
Dünyanın bir tarafında insanlar gülerken, diğer tarafında yas tutuluyor. Ancak en neşeli görünen yüzlerde bile, gözlerin derinliklerinde bir hüzün saklı olabilir. Çünkü insan, gerçek duygularını göstermekte çekingen davranır. Belki de hepimiz, Nietzsche’nin deyimiyle, “kendimiz hakkında en büyük yalanları söyleyen varlıklarız.” Kendimize mutluyuz deriz ama içten içe bir şeylerin eksik olduğunu biliriz.
Freud’un psikanalizine göre, bilinçaltımız derinlerde bastırılmış duygularla doludur. Hüznünü gizleyen bir insan, içten içe o acıyı yaşamaya devam eder. Sartre’nın varoluşçuluğunda belirttiği gibi, insanlar kendi kimliklerini başkaların gözleri üzerinden inşa eder. Peki ya dünyanın gözleri acıyla doluysa? Savaşlar, felaketler, göçler ve kayıplar… O zaman bu maskeler daha da ağırlaşıyor. Hüzün, yalnızca bireysel bir ruh hâli değil, kolektif bir bilinç hâline dönüşebilir mi? Savaşta sevdiklerini kaybedenlerin gözlerine baktığımızda, sadece onların acısını değil, tüm insanlığın tükenen vicdanını da görmez miyiz? Belki de bu yüzden, bir insanın gerçek yüzünü yalnızca gözlerine bakarak değil, sessizliklerinde, duraksamalarında ve derin iç çekişlerinde aramak gerekir.
Hüzün, keder ve karamsarlık, bir insanın ruhunda yankılanan bir melodi gibidir. Bir gün dünyada olup bitenleri izlerken, bir an durup düşünürsünüz: Gerçekten mutlu muyuz? Yoksa günlük hayatın koşuşturmacasında bu soruyu kendimize sormaktan kaçınıyor muyuz?
Keder, hüznün daha derin bir hali. Savaşta sevdiklerini kaybedenlerin gözlerinde bunu görebilirsiniz. Evlerini terk etmek zorunda kalan bir anne, kucağında aç bir bebekle çaresizce ilerlerken… Onun gözlerine bakmak cesaret ister çünkü orada sadece kayıplarını değil, insanlığın tükenen vicdanını da görürsünüz.
Karamsarlık ise, hüznün ve kederin içinden çıkacak bir umut ışığının bile kalmadığı yerde büyüyen bir canavardır. İnsanlar, geleceğe dair umutlarını kaybettiklerinde, yüzleri sanki taş kesilir. Dünyanın herhangi bir yerinde… Karamsarlığın en yoğun hissedildiği yerlerdir buralar.
Bir insanın gerçek yüzünü görebilmek için sadece onun gözlerine bakmak yetmez. Onun konuşma tarzına, sustuğu anlara, nefes alışına bile dikkat etmek gerekir. Bazen en büyük çığlıklar sessizlikle atılır.
Belki de dünyayı daha iyi anlamanın yolu, sadece izlemek yerine dinlemekten geçer. Savaş haberlerini bir günlük olaylar gibi tüketmek yerine, o insanların ne hissettiğini düşünmek gerekir. Bir çocuğun annesiz kaldığı bir geceyi hayal etmek, bir insanın evsiz kalıp hiç bilmediği bir şehirde yeni bir hayat kurmaya çalışmasını düşünmek… Belki o zaman insanlığın yüzlerinin altındaki gerçek duyguları anlamaya başlarız.
Bugün, sabah aynaya bakarken kendimize şunu soralım: Yüzümüzün altında ne var? Gerçek hislerimiz mi, yoksa sadece alıştığımız maskeler mi? Ve dünyanın acılarını hatırlayarak bir an durup düşünelim. Bütün bu sorular, bizi en temel soruya götürür: Biz gerçekten kimiz? Yüzlerimizin altında ne var? Eğer her insan, toplum içinde farklı roller oynuyorsa, yüzümüzü yıkadığımızda geriye ne kalıyor? Belki de tüm bu acılar ve çelişkiler, insanlığın kendini yeniden tanıması için bir fırsattır. Belki de gerçek değişim, maskelerimizi fark etmekle başlar. Ancak yüzümüzden akan su, gerçekten bizi mi açığa çıkarır, yoksa yalnızca yeni bir maskenin zeminini mi hazırlar?
Bu soruların kesin bir cevabı olmayabilir. Ancak belki de önemli olan, cevaba ulaşmak değil, onu sorgulamaya devam etmektir. Çünkü sorgulamayı bıraktığımız an, gerçekten kaybolduğumuz andır.
Belki de en büyük trajedi, acıyı kanıksamak, haksızlığı doğal görmek ve insanlığın çığlıklarına sağır kesilmektir. Peki biz, sessizliği mi seçeceğiz, yoksa maskelerimizi çıkarıp insanlığın aynasında kendimize mi bakacağız?
Belki de gerçek değişim, o maskeleri fark etmekle başlar. Peki, biz gerçekten kimiz? Yüzümüzü yıkadığımızda geriye ne kalıyor? Yoksa geriye kalan, çoktan unutulmuş bir benlik mi?
Fotoğraf: Lampronia Auxilius