İnsanın bağırsak uzunluğu, diş yapısı ve enzim sistemleri üzerine yapılan çalışmalar, erken atalarımızın bitki temelli yiyeceklerle beslendiğini gösteren önemli ipuçları sunuyor.
Ancak başlıktaki soruyu derinlemesine ele aldığımızda konu, beslenme ve fizyolojik çerçeveyle sınırlı kalmayarak, varoluşsal bir sorgulamaya evrilir. Organizmalara ait genetik materyalin, temelde canlıların birbirinden bağımsız olmadığını ve evrimsel sürecin izlerini barındırdığını ortaya koyan bilimsel gerçeklik ile yüzleşiriz.
Bu perspektiften bakıldığında, beslenme alışkanlıklarımız evrimsel geçmişimizin yanı sıra kültürel, sosyoekonomik ve coğrafi faktörlerin bir yansıması olarak da değerlendirilebilir. Bu derin varoluşsal tartışma, bireyin kendini anlamlandırma arayışında daha geniş bir çerçeveye oturur.
Psikoloji tarihinin önde gelen isimlerinden Carl Gustav Jung, Doğu’nun kadim spiritüel ve felsefi geleneklerine duyduğu ilgiyle bu arayışı daha da derinleştiren bir düşünürdü. Jung, özellikle Vedik öğretilere olan ilgisini ‘Psychological Types’ adlı eserinde ele almıştır. Doğu düşünce sistemlerinden etkilenen Jung, arketipler (kök örnek), bireyleşme süreci, kolektif bilinç dışı, mandala sembolizmi ve bilinç kavramlarını bu kadim bilgelik rehberliğinde şekillendirdi.
Jung’un insan ruhunun evrensel sembollerle örülü yapısını kavrama çabası, Doğu ve Batı düşünce sistemleri arasında bir köprü oluşturur. Onun arketip teorisi, Vedik felsefenin evrensel düzen (dharma) ve şiddetsizlik (ahimsa) gibi temel ilkeleriyle önemli paralellikler taşır.
Şiddetsizlik, bireyin hem fizyolojik hem de ruhsal dengesini korumayı amaçlar. Evrimsel süreçte besin seçimlerimizin yalnızca biyolojik değil, etik bir çerçevede de şekillendiği fikrini desteklemektedir. Dolayısıyla, insanların doğal olarak vejetaryen bir yaşam biçimine yatkın olduğu varsayımıyla şiddetten kaçınmayı, tüm canlılara karşı şefkat göstermeyi ve onlara zarar vermemeyi öğütler.
Vedik felsefe, insanın yalnızca fiziksel bedenden oluşmadığını, duyusal algıların ötesinde bir enerji boyutuna sahip olduğunu öne sürer. “İncelikli beden” olarak adlandırılan bu boyut, bireyin zihinsel, duygusal ve spiritüel deneyimlerinin yaşandığı bir alan olarak tanımlanır. Bu anlayış, Vedik öğretilerin temel taşlarından biri olan Ahimsa (şiddetsizlik) ilkesine daha derin ve kapsamlı bir perspektif sunar. Ahimsa, bu bağlamda, düşünce, niyet, söz ve eylemde şiddetten kaçınmayı, çevreyle derin bir uyum içinde yaşamayı öneren bir yaşam felsefesidir.
Bir canlıya zarar veren eylemlerin yalnızca dış dünyada değil, bireyin kendi fiziksel ve ruhsal sağlığı üzerinde de fark edilemeyen derin izler bırakabileceği belirtilmektedir. Bu tür davranışlar, bireyin duygusal bütünlüğünü bozarak empati ve etik değerler geliştirme kapasitesini zayıflatır. Bu durumun bireyin başkalarına zarar verme potansiyelini artırabileceğini ortaya koyan araştırmalar mevcut.
Maria Calheiros’un “Moral Disengagement in Meat Consumption” (Et Tüketiminde Ahlaki Kopukluk, 2016) adlı çalışmasında, özellikle az pişmiş et, kanlı et ya da aşırı et tüketen bireylerde şiddet ve etik dışı davranışlara yatkınlığın arttığı vurgulanıyor. Bu bulgular, tüketim alışkanlıklarının fiziksel sağlığın yanı sıra ruhsal denge ve toplumsal etik üzerinde de etkili olduğunu gösteriyor.
Bu anlayış, evrendeki her varlığın belirli niteliklere sahip olduğu ve bu niteliklerin canlıların beslenme alışkanlıklarını şekillendirdiği inancına dayanır. Örneğin, evcilleşme sürecinde birincil avları karasal memeliler olan köpekler, balık avlamaya yönelik adaptasyonlar geliştirmemiştir; bu nedenle balık, doğal diyetlerinin bir parçası değildir. Kediler ise avcı doğaları gereği balık ve küçük hayvanları tercih eder, ancak kemik kemirmek genellikle ilgilerini çekmez.
Benzer biçimde, otçul hayvanlar yalnızca bitkisel gıdalar tükettiğinden örneğin, ineklerin sindirim sistemleri hayvansal gıdaları işlemek için uygun değildir. Bir ineğin bağırsak uzunluğu yaklaşık 30 metreyken, insanın bağırsak sistemi 7-9 metre uzunluğundadır. Ortalama 2,2 metre boyundaki bir aslanın bağırsak uzunluğu ise yaklaşık 6 metre civarındadır. Bu farklılıklar, her canlının kendi biyolojik yapısına ve doğasına uygun beslenmeyi seçtiğini göstermesi açısından önemlidir.
Çocuklarda yemek kültürü, erken yaşlarda sosyal öğrenme ve çevresel etkileşimlerle şekillenir. Özellikle 6 yaşına kadar, çocukların ailelerinin ve çevresindeki bireylerin beslenme alışkanlıklarını gözlemlemesi, bu sürecin temelini oluşturan yapı taşlarından biridir.
Besin tercihleri, kültürel değerler, yeme adabı ve bireysel tutumlar, bu dönemde şekillenerek çocuğun ileriki yaşamındaki yemek alışkanlıklarının temelini oluşturur. Çocuğun bu süreçte şiddetsiz yemek kültürüyle tanışması, bireysel gelişimini ve çevresiyle olan uyumunu güçlendirir.
Vedik felsefe, beslenme alışkanlıkları için esnek bir bakış açısı sunarak, bireyin yaşadığı çevreyle, iklimle ve kendi doğasıyla uyum içinde beslenmesi gerektiğini doğal bir gerçeklik olarak ele alır. Bununla birlikte, vejetaryenliğin insanoğlu için en uygun yaşam ve beslenme biçimi olduğunu ve besin seçiminin bilgelikle ve sevgiyle yapılması gerektiğini vurgular.
Bu yaklaşıma göre, insanlar ne doğuştan etobur ne de tamamen otoburdur; ancak fizyolojik yapıya ve incelikli enerji bedenine en uygun olan beslenme, şiddet içermeyen beslenmedir. Hayvanlardan farklı olarak insan şiddet içermeyen besinleri seçme kapasitesine sahiptir.
Sonuç olarak, beslenmeye bakış, bireyin kendi bilinç düzeyi, etik anlayışı ve yaşam amacıyla şekillenirken, başkalarının seçimlerine saygı göstermek temel bir erdemdir. Vedik öğretiler, bireye farkındalıklı bir yaşam ve beslenme pratiği sürdürmeyi önerir. İnsan, kendi öz doğasını ve enerji yapısını tanıyarak, bilinçli seçimlerle hem kendisine hem de çevresine uyumlu bir katkı sağlayabilir. Bu farkındalıkla atılan adımlar, bireyin yaşamına derin bir anlam kazandırma potansiyelini beraberinde getirir.
Olga Ocaklı PhD
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: