Çoktandır zamanda yolculuk yapmıyorduk. Gelin bugün TRT’nin 1970’li ve 80’li yıllarına, daha doğrusu o yıllarda hemen herkesin izlediği yabancı dizilere doğru bir yolculuk yapalım…
Bugün onlarca kanalda yüzlerce dizi izlenirken o yıllarda sadece TRT vardı ve hepimiz aynı dizileri izlemek zorundaydık.
Kim ne derse desin TRT, son 50 yıllık yakın geçmişimizin en önemli toplumsal ve siyasal hafızasıdır. Her ne kadar son 30-35 yılda özel kanalların çoğalmasıyla birlikte eski önemini yitirse de özellikle orta yaşın üzerindekiler ile benim gibi yarım yüzyılı devirmişlerin çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ait anılarında TRT çok önemli bir yer tutar.
Bugünkü jenerasyonun TRT”nin ve televizyonun bizlerin yaşamındaki yerini ve önemini anlamaları çok olası değil.
Maçlardan müziğe, liseler arası bilgi yarışmalarından tiyatroya kadar her şeyin radyoda dinlendiği bir çağdan, televizyona geçişin büyüsü ve şaşkınlığını anlatmak da öyle kolay olmuyor. Henüz daha birçok evde ev telefonu bile yokken radyodan televizyona geçiş, o yıllar için tam bir sosyal devrim sayılır.
Tek kanallı, siyah beyaz ve kar yağar bir görüntüsü de olsa TRT bambaşka bir heyecandı. İlk zamanlar haftanın her günü ve her saati yayın olmasa da, açılıştaki askeri tören ve İstiklal Marşı ile ekranların önünde yerini alan, yine askeri tören ve İstiklal Marşı ile kapanışın ardından çıkan “Televizyonunuzu Kapatmayı Unutmayınız” yazısını görene kadar yerinden kalkmayan bizler için televizyon izlemek anlatılamaz bir heyecan ve mutluluktu.
Artık günümüzde “aptal kutusu” olarak adlandırılan o sihirli alet, o yıllarda bizlere hiç de aptal gelmiyordu. Düşünsenize; sinemayı da, konser salonlarını da, stadyumları da evinize kadar getiriyor, onun sayesinde dünyanın bilmediğiniz görmediğiniz ülkelerini, insan ve hayvanlarını görebiliyorduk. Çok büyük ve ulaşılamaz zannettiğimiz dünyayı ve olanları onun sayesinde daha yakından tanımaya başlıyor ve anlatıldığı kadar büyük olmadığını öğreniyorduk.
Hele o yıllarda televizyonda dizi izlemenin keyfi ve heyecanı bir başka olurdu. Şimdiki gibi internet ve çeşit çeşit dizi siteleri yok ki istediğin zaman istediğin yerde izleyesin. Tüm aile, hatta televizyonu olmayan komşular, televizyonu olanlara misafirliğe giderek, daha dizi başlamadan saatler önce yerlerini alır, başlaması için dakikalar sayılırdı.
Öyle diziler vardı ki gösterildikleri akşamlar sokaklar boşalır, şehirler terkedilmiş kentlere döner, dizi başlayana kadar tüm işler bitirilirdi. Örneğin; “Kaçak” dizisinin masum doktoru Richard Kimble (aşağıdaki fotoğraf) ve onu yakalamaya çalışan hain komiser Gerard olduğu geceler reyting rekorları kırılırdı. (tabii o yıllarda kimsenin reytingden meytingden haberi de yoktu)
Dizi doktor Kimble”nin, karısını öldürmekten suçlandıktan sonra cezaevinden nasıl kaçtığını ve karısını öldüreni, suçu kendisinin üstüne kimin attığını bulmaya çalışmasını anlatıyordu.
Dr. Kimble her bölümde tam yakalanır gibi olur ve izleyenlerin yüreklerini ağzına getirirken, görevini yapan ve onu yakalamaya çalışan komiser Gerard’a da en bilinmedik beddualar, küfürler gönderilirdi.
Diziler o yıllarda herkesin yaşamını derinden etkiliyordu. Buna en güzel örnek, neredeyse bir jenerasyonun tamamına basketbolu sevdiren “Beyaz Gölge” dizisidir. Eğer bugün ülkemizde basketbol gerçekten çok seviliyorsa, bunda en büyük paylardan biri de bu diziye aittir.
Dizide bir zamanlar NBA’de oynarken sakatlanan eski bir basketbolcunun, varoştaki bir lisede müdürlük yapan arkadaşından, okul takımına koçluk teklifi alması sonrası, okulda kurduğu takım ile arasında yaşananlar ve yoktan var ettiği bu takımın başarı öyküleri anlatılır. Çoğu siyah ve İspanyol, yoksul, sorunlu öğrencilerin gittiği bu lisede başlarda birçok sorun yaşayan koç Ken Reeves zamanla kendini tüm takıma sevdirir.
O yıllarda bu diziyi izleyip de mahalle aralarında derme çatma pota kurmayan, evde kendine göre basketbol oynayıp evin büyüklerinden azar işitmeyen çocuk-genç yok gibidir. Mahalle aralarında basketbol oynamaya çalışan çocuklara koçluk yapan bir ağabey de mutlaka olurdu.
Bir de herkesin sevgilisi “Tatlı Cadı” Samantha vardı. Burnunu oynatıp istediğini yapabilen, kocası Darren ile annesi Endora arasında kalan sevimli cadı. Herkes onun yerinde olup yaşamında gerçekleştirmek istediklerini ve tüm sorunlarını bir iki burun oynatmakla değiştirebilmenin hayalini kurardı.
Pazar sabahlarının değişmezi mutlaka kovboy filmleri izlemek olurdu. Kahvaltı bitiminde özellikle evin erkekleri TV karşısında yerini alır ve o haftanın Western filmini keyifle izlemeye başlardı. Bu gelenek halen TRT 2 ekranlarında devam ediyor ve meraklısı da bir hayli çok.
Yine pazar gününün değişmezlerinden biri de Laura Ingalls ve ailesinin yaşamını anlatan “Küçük Ev” dizisiydi. Ailenin basit ama onurlu yaşamı ve başlarına gelenler, ekran başındakileri zaman zaman hüzünlendirir, kızlarıyla ve eşiyle sıradan mutlu bir yaşam süren baba Charles takdir edilirdi.
İki farklı yapıdaki kardeşin farklı yaşam öykülerini anlatan “Zengin ve Yoksul” ise en beğenilen dizilerden biriydi. Nick Nolte”nin canlandırdığı Tom Jordache’in yoksul ve dağınık yaşamı, kardeşi Peter Strauss’un canlandırdığı Rudy Jordache ise eğitimli, hırslı ve iş dünyasında hızla yükselen yapısı, her bölüm ilgi ile izlenirdi. Hele dizinin kötü adamı tek gözlü Falconetti, yaptığı kötülükler ve Tom”u öldürmesi ile seyircinin tüm nefretini de kazanmış ve ölen Tom için gözyaşı dökenler bile olmuştu.
O aralar neredeyse tüm kötüler Falconetti ile özdeşleşmişti. Herkes çevresindeki kötü adamları anlatırken ya da betimlerken “Falconetti gibi” derdi. Daha o zamanlar ortada olmayan Dallas”ın kötü adamı Ceyar bile Falconetti”nin yanında melek kalırdı.
Dizi kahramanlarını birilerine benzetmek demişken çevrenizde de dizilerden örnek alınan, özenilen ve onlara benzemek isteyen bir çok kişi görebilirdiniz. “Charlie”nin Melekleri” adlı dizide Charlie”nin 3 güzel meleği Jill-Sabrina ve Kelly, saçlarından giyimlerine kadar o dönemin genç kızları ve kadınları tarafından örnek alınır ve taklit edilirdi.
Hatta Farrah Fawcett’in o aslan yelesini andıran sarı saçlarına bayılan tüm kadınlar mahallelerindeki kuaförlerin kapılarını aşındırıp “Benim saçımı da Jill/Farrah’ınki gibi yap, ne olursun!” diye yalvarırlardı. Sokaklarda, çarşılarda Jill/Farrah modeli saçla dolaşan bir sürü kadına rastlamak mümkündü.
Meleklerin mayolu posterleri ise birçok delikanlının odasında hayallerini süslerdi. Özellikle okul içinde 3 güzel kız arkadaşı olanlar, kendini derhal Çarli ilan eder, melekleri ile birlikte dolaşarak etrafa hava atardı.
Yine dizi kahramanlarına benzemek ve benzetilmekle devam edelim. Kirli ve ütüsüz pardesü ile simge haline gelen “Komiser Colombo” da keskin zekası ile detaylara gizlenmiş cinayetleri çözerken, çoğunun aklı onun üstünden hiç çıkarmadığı pardesüsünde kalırdı. Çevrede Colombo gibi giyinen, hafif dağınık ve kılıksız bütün tiplere Colombo lakabı yapıştırılırdı.
Ya da saçını bile taramayan, kötü giyinen, evinde de yeteri kadar temizlik yapmadığı düşünen kadınlara o yıllarda oynayan bir diziden esinlenerek “Pasaklı Sally” lakabı takılırdı.
Hele mahallede iki üç orta yaşlı teyze bir araya geldi mi mutlaka “Altın Kızlar” yakıştırması yapmak adettendi. Hafif geç anlayan ve saftirik olana Sophie, erkeksi olana Dorothy, en açıkgöz olana Rose ve aklı hep erkeklerde olana da Blanche dediniz mi dizi kahramanlarına uygun rolleri de dağıtmış olurdunuz.
Bir de dizilerde hiç anlayamadığımız ama inanıp aynen kabullendiğimiz olaylar olurdu. Mesela gizli ajanların çeşitli olaylarını anlatan “Görevimiz Tehlike” adlı dizinin her bölüm başlangıcında Jim Phelps”e yapacağı görevler bir kaset bandı ile bildirilir ve mutlaka sonunda “bu bant 10 saniye içinde kendini imha edecektir” dedikten sonra kasetten dumanlar yükselirdi. Yine bu dizide kahramanlarımızın başkasının yerine girerken yüzlerinden vücutlarına kadar her şeylerinin bire bir nasıl aynen gerçekleştiğini bir türlü çözemez aradaki farkı yakalamaya çalışırdık.
Aynı şekilde; kendi kendine hareket edebilen, konuşabilen yapay zekalı otomobil “Kara Şimşek” ile sahibi Michael Knight’ın başından geçen olaylar bir yandan hepimizi şaşırtırken, diğer yandan herkes böyle bir otomobile sahip olabilmenin hayalini kurardı.
“Uzay Yolu” adlı dizide de bir tuşa basarak ışınlanan insanları, Kaptan Kirk ve arkadaşlarının istedikleri zaman bayıltmaya ayarladıkları ışın tabancalarını, gemileri Atılgan”ın maceralarını merakla ve hayranlıkla izlerdik. Volkan gezegeninden olan ve damarlarında mavi kan dolaşan Mr. Spock, kulakları ve değişik yetenekleri ile herkesi şaşkına uğratırdı. Kulakları biraz değişik olanlara da Spock benzetmesi yapılırdı.
Bir dönemi bilimkurgu ve uzay ile tanıştıran dizi kahramanları Kaptan Kirk-Yarbay Spock-Yüzbaşı Scott-Teğmen Uhura ve Teğmen Sulu-Doktor Mc Coy hala akıllardadır. Daha sonraları bir çok dizi ve filmleri de çekilen Uzay Yolu”nun o ilk siyah beyaz yılları asla unutulmaz.
Uzay Yolu ve Uzay 1999 ile bilimkurgu ve uzayın bilinemezlerini öğrenen bizler “Kökler” dizisinin kahramanı “Kunta Kinte” ile köleliğe isyan eder onunla birlikte beyaz adama karşı sonuna kadar direnirdik. Afrika’da beyazlar tarafından zincire vurularak Amerika’ya getirilen zencilerin buradaki yaşam mücadelelerini izlerken bazen onlarla birlikte üzülür, haksızlıklara karşı öfkelenirdik.
“Köle Isaura” ile ilk defa bir Brezilya dizisi ile tanışanlar, daha sonraki yıllarda her gün yayınlanan birçok Brezilya dizisini de izleme şansına sahip olacaklardı.
Açıkçası o yıllarda her şey bize daha inandırıcı, daha gerçekçi görünürdü. Belki bizlerin saflığından, belki her şeyin daha tam bozulmadığından olacak duygularımızı da göstermekten çekinmezdik. Tek kanal olduğundan mecburen herkes aynı dizileri izlerdi. Ertesi gün işyerinden okula kadar her ortamda aynı diziler ve olanlar konuşulurdu.
O yıllara ait hafızalarımıza kazınmış diziler saymakla bitmez.
Aşk Gemisi ve Kaptanı Stubing eşliğinde değişik yolcular ile yapılan hoş ve eğlenceli yolculukları, Bonanza’da baba Ben Cartwright ve oğulları Adam-Hoss ve Küçük Joe’nun Ponderesa çiftiliğindeki maceraları, Dallas’ta hain Ceyar’ın çevirdiği dolapları (yukarıdaki fotoğraf), uzaylı yaratık Alf”in komiklikleri, Tatlı Sert’in kahramanları Mr. Steed ve Miss Emma Peel’in heyecan dolu maceraları, kibar hırsız Arsen Lüpen’in soygunları ve çapkınlıkları, sevimli yunus Flipper’in başına gelenleri, akıllı köpek Lassie’yi, İhtiyar Delikanlı Barnaby Jones’u, Mc Millan ve Karısı’nı, Bruce Willis’li Mavi Ay’ı, Cosby Ailesi’ni, Avukat Petroçelli’yi, küçük zenci çocuk Webster’ı, yarı robot yarı insan 6 Milyon Dolarlık Adam’ı, Kaptan Onedin’i An-jin-San’lı- Efendi Toranaga’lı Shogun ve Kung-Fu gibi Uzak Doğu’yu anlatan dizileri de unutmak mümkün değil.
Tabii başlarda sadece tek kanalda ve siyah beyaz olarak izlenen dizilerin, kanallar çoğalmaya başladıkça ve renklendikçe eski popülerliklerini yitirdikleri de bir gerçek…
Dedim ya o yılları ve bu dizileri izlemeyenler için bu yazdıklarım ve TRT çok şey ifade etmez.
Güzel yıllardı…
Ama şairin dediği gibi;
Yenik düşüyor her şey zamana
Biz büyüdük ve kirlendi dünya…