2000’li yılların ortalarında radyolarda çokça çalınan bir şarkı vardı: Rüçhan Çamay’ın “Para, Parra, Parra”sı. Şarkının kendisi unutulalı çok oldu ama içeriğindeki o sözcük, o yıllardan beri en güzel değerlerimizi çürütmeye, yozlaştırmaya devam ediyor.
Eğer bazı uçuk ekonomistlerin ileri sürdüğü düşünceler uygulamaya konursa, para sadece değerlerimizi değil, yaşamlarımızı da bir hiçliğe indirebilir.
Konumuz MMT, yani “Modern Monetary Theory”, Türkçesiyle “Çağdaş Para Teorisi”, eğer buna teori denebilirse.
Klasik iktisatta, en yalın biçimiyle söylenecek olursa, piyasadaki mal ve hizmetlerle bu mal ve hizmetlerin üretim ve değişiminde kullanılan para miktarı arasındaki dengenin sağlıklı bir biçimde korunması halinde yüksek oranlı enflasyon veya deflasyonun reel ekonomiyi olumsuz olarak etkilemesinin önüne geçilebilir önermesi temel ilkelerden biridir. Bu açıdan iktisatçılar ve merkez bankacılar piyasadaki/dolaşımdaki para miktarını dikkatle izlerler… idi mi demeliyiz artık?
Çünkü kaynağı Avustralya olduğu rivayet edilen ama ABD’deki bazı sözü dinlenen ekonomistlerin de benimseyip savunmaya başladıkları bu yeni teoriye göre, denge filan aramanın gereği yok, çalıştır matbaayı, baş basabildiğin kadar banknotu, çöz ekonomik sorunlarını.
Bu teoriye göre para, basan devletin işgücü piyasasını yönlendirebilmek için kullanacağı bir araçtır. İşsizlik mi var, merkez bankası para basar, bu parayla hazineyi borçlandırır, hükümet merkez bankası aracılığıyla bu parayı çeşitli yatırım projeleri üretmek için kullanıp istihdam yaratır. İşsizlik var olduğu sürece atış serbesttir yani matbaa para basmaya devam eder, ne zamanki tam istihdam durumuna ulaşılır, o zaman da devlet tam istihdamın yarattığı ekonomik büyümenin meyvelerini artan vergi gelirleri olarak toplayacak ve böylece piyasaya sürdüğü parayı tekrar geri çekebilecektir.
“Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” deyişi bu teoriye cuk oturmuyor mu?
20. yüzyıl iktisat tarihine damgasını vuran Friedrich Hayek–John Maynard Keynes çatışmasında, özellikle 2008-2009 mali krizinden sonra üstünlüğü ele geçirmiş gibi görünen Keynesçi iktisatçıların bile “başıbozukluğa reçete” olarak tanımladıkları MMT’nin en önemli sorunu, parayı bir değer birimi çıpasına bağlı olmaktan çıkarıp tam anlamıyla bir serseri mayına, daha doğrusu mayın tarlalarına dönüştürmesi.
Bilindiği gibi, iki büyük ekonomistin 1929 Büyük Bunalımı’ndan çıkış için önerdiği çözümler taban tabana zıttı: Keynes, daha sonra dönemin ABD Başkanı F. D. Roosevelt tarafından “New Deal” (Yeni Anlaşma) adıyla uygulamaya koyduğu gibi, ekonominin daralmaya girdiği dönemlerde devletin yatırımcı rolü üstlenerek istihdam yaratması gerektiğini savunmuştu. Hayek ise, her halükarda devletin ekonomiye kesinlikle müdahil olmaması, sadece piyasanın işlerliğini sağlayacak rekabet kurallarının düzgün işlemesini sağlaması gerektiğini ileri sürüyordu. Hayek’e göre, piyasa ekonomisinin rekabet mekanizması zayıfların elenmesini sağlayarak güçlülerin ayakta kalmasını ve böylece etkinliklerini sürdürebilen ekonomik birimlerin daha güçlü bir iktisadi platform oluşturmalarını olanaklı kılacaktı.
Elbette burada dikkati çekmesi gereken nokta, iki büyük ustanın da önerdiği çıkış yollarının doğrudan üretim (reel) ekonomisini canlandırma reçeteleri olmasıydı.
Ama burada başka bir sorunla karşı karşıyayız: 1980’lerdeki Reagan-Thatcher ittifakı, dünya ekonomisi üzerindeki Anglosakson pençesini emekçi sınıfı hedef alan demir bir yumruğa dönüştürdü. Sovyet Blokunun çökmesinin ardından Bill Clinton’ın Beyaz Saray’da geçirdiği iki dönem ise, reel ekonominin sürekli olarak finans ekonomisi karşısında gerilediği bir süreç oluşturdu. Bir başka deyişle Reagan’ın Beyaz Saray’a girdiği 1980 yılıyla Clinton’ın Beyaz Saray’dan ayrıldığı 2001 yılı arasındaki 20 yıllık sürede kapitalizm köklü bir dönüşümden geçti: İkinci Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyada refahı önemli ölçüde artıran (büyüme+bölüşüme dayalı) kalkınma kavramı terkedildi, bunun yerine sadece büyümeyi baş tacı eden finans ekonomisi devlet politikalarını yönlendirir oldu.
Ve o finans ekonomisi, paradan para kazanmak için öyle enstrümanlar, öyle yöntemler geliştirdi ki, o yöntem ve araçlarla sürdürülen borçlanma sekiz yıl içinde 2008 mali krizini yarattı.
Bu uzun özetten amaç şu soruya gelebilmek: MMT 2008 mali krizinden önce başlayıp ardından büyüyerek devam eden finans ekonomisinden (para ve borçlanma iptilası olarak okunabilir) istihdam yaratma vurgusuyla yeniden reel ekonomiye ağırlık verecek bir yörünge değişikliği anlamına mı geliyor, yoksa finans ekonomisinin artık bir uyuşturucu tutkunu gibi vazgeçemediği ucuz/kolay para/borçlanma alışkanlığını beslemeyi mi amaçlıyor?
Hem ulusal hem de uluslararası ekonomik göstergeler dünya çapında borçluluğun 2008 krizi öncesi dönemi bile geride bırakacak ölçüde hızlandığına işaret ediyor. Öyle ki bu borçlanma hane halkı harcamalarından büyük holdinglerin çıkardığı borçlanma tahvillerine kadar ekonominin her alanına yayılmış görünüyor, başta Kuzey Amerika olmak üzere tüm dünyada.
Böyle bir ortamda MMT’nin yaratacağı ucuz ve kolay para, küresel ekonomiyi rahatlatır mı, yoksa tansiyonunu iyice yükseltip kalp krizine götürür mü, iyice tartışılmalı.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.