Uzun bir öğlen arası veriliyor toplantıya. Arkadaşım yarın sabah uçağa bineceğimiz Windhoek’e kadarki otobüs biletlerini almak üzere ayrılıyor.
Bense günlerdir tutsak edilmiş vahşi hayvanlar gibi inleyen Atlantik Okyanusu’nu yakından görmek üzere sahile iniyorum. Afrika kıtasının güneybatı kıyısı. Kabına sığmayan köpüklü sular ıssız sahille cebelleşiyor.
Elimdeki çantayı kumun üzerine koyup oturuyorum. Uzaklık duygusu mu, sahilin böylesine ıssızlığı mı, gürleyip sönen dalgalar mı, yoksa şu üzerime yapışan hastalıktan mı bilmiyorum ama düşüncelere dalıyorum.
Gelirken böyle olacağını tahmin edemezdim. Afrika’yı ilk defa görecek, okuyarak öğrenilemeyecek izlenimlerle geri dönecektim. Ancak her şey ters gitmişti. İş arkadaşımın grip olması, bana da bulaşması, dünyanın bu uzak noktasında geceleri ateşler içinde uyanmam, toplantıdan geç haberimiz olması nedeniyle kötü bir otelde aynı odada kalmamız, Johannesburg’a, oradan da Windhoek’e uçakla geldikten sonra toplantının yapılacağı şehre kara yolu ile beş saatlik, berbat, karanlıkta geçen bir yolculuk.
Güneş titreme hissini azaltsa da kendimi iyi hissetmiyorum. Midem düzelmiş değil, halsizlik, ateş devam ediyor. Yine de toplantıların son bölümüne katılmak zorundayım. Dünya elmas ticaretini düzenleyen sürecin yıllık toplantıları yapılıyor. Toplantılarda, Afrika’daki çatışmalar, sorunlar, Batılıların tutumları gibi konular da gündeme geliyor.
Aklım yarın sabahki yolculukta. Ya gece daha da kötü olursam? Ya uçağı kaçırırsak?
Sonunda sahilden ayrılıp, toplantı salonuna doğru yürüyorum. İçinden geçtiğim sokaklar, bu küçük şehir oldukça tuhaf geliyor bana. Swakopmund Almanların kurduğu bir sayfiye yeri. Evlerde kimse yaşamıyor gibi ama kapılarda son model cipler sıralı. Ana caddede banka şubeleri, lokantalar, tur şirketleri. İşyerlerine girebilmek için içeriden elektronik bir düğme ile demir parmaklıkların açılması gerekiyor. Sokaklarda bu zenginliğin çok uzağında ezik, mutsuz Afrikalılar.
Bir an merdiven önüne oturmuş Afrikalı bir çocukla göz göze geliyoruz. Neden böyle umutsuz, güvensiz bakıyor? Sonra o mektuplar geliyor aklıma.
Lisedeyken yalnızca bir dersine girebildiğim edebiyat hocamızın “Yazmayı geliştirmek için hayali bir kişiyle mektuplaşılabileceği” önerisi üzerine yazdığım “Afrikalı Çocuğa” adlı mektup ve yıllar sonra yazılabilmiş cevabı. Ayağımı kırıp diğer derslerine gidemediğim ve kasabada kısa süre kaldıktan sonra tayin edilmesine üzüldüğüm hocamızın öğüdüne uymuş, ama devamını uzun yıllar getirememiştim. Şimdi birinci mektup kayıp. İki yıl önceki cevabi mektup ise bu seyahat nedeniyle çantamda.
Toplantı salonunda arkadaşımı görünce seviniyorum.
“Tamam mı biletler?”
“Yarın sekizde hareket ediyoruz. Nasıl oldun?”
“Pek iyi sayılmam.”
“Yemek yiyebildin mi?”
“Hiç iştahım yok ki.”
“Otele döndüğümüzde bir şeyler ayarlayalım, yoksa iyice kötü olacaksın. Sahil nasıldı bu arada?”
“Bilmem, ilginçti.”
“İlginç?”
“Suları hapsetmişler gibi geldi. Koca okyanusun kıtadaki susuzluğa bir faydası yok.”
Toplantının son bölümünde bazı dramatik öykülere yer veriliyor. Duyduklarım bazı çağrışımlar yapıyor. Elim çantadaki mektuba gidiyor bir an. Sonra dilekler, temenniler… Yine bir çok şey çözümsüz. Toparlanıp, otele doğru yürüyoruz.
“Madenler Afrikalıların ama ticaretini yapıp zengin olan Batılılar” diyorum arkadaşıma.
“Üretim işinde de çok sayıda Batılı şirket var.”
“Daha gidecek çok yolları var buradaki insanların, üstelik onlara gerçekten yardım edilmeye çalışıldığından emin değilim.”
“Yine de buralara gelen gönüllüleri, oluşturulan yardım kamplarını unutmamak lazım.”
“Biliyor musun o konularda bile şüphelerim var.”
“Kuşkucu olduğunu biliyorum.”
Otele gelince hemen yatağa girip üzerime ilave battaniye alıyorum. Ertesi sabah, beş saatlik otobüs yolculuğundan sonra uçağa bineceğiz.
Arkadaşım endişeli gözlerle bakıyor. O sıralar dünyada korku uyandıran bir grip türü ve aşı olup olmama tartışılıyor. Belirtiler hoşuma gitmiyor; ateş, halsizlik, titreme hissi, baş ağrısı, kusma. Ama kötü bir şey olsa arkadaşım bu kadar çabuk düzelir miydi? Sonuçta bana da ondan bulaşmıştı. Yine de tuhaf şeyler düşünmeden edemiyorum. Dünyanın bu uzak noktasında ne doktora gitmeye ne de bir gün daha fazla kalmaya niyetim var.
Dayanmalıyım.
Gece boyunca sık sık uyanıyor ve birkaç kez çıkarıyorum. Arkadaşımsa mışıl mışıl uyuyor. Hiç su kalmamış ve dilim damağım kurumuş durumda.
Yine de kalkıp resepsiyona gitmeye gücüm yok. Zaten kimse olduğunu sanmıyorum bu saatte. Sabaha kadar olumsuz düşünceler dolaşıyor kafamda. Arkadaşım saat yedi gibi uyanıyor.
“İyi misin?”
“Kötüyüm, otobüse binemem.”
“Uçağa yetişmemiz lazım.”
“Şu kiralama şirketlerinden birine gitsen, arabayla daha iyi olur, yolda istediğimiz zaman dururuz hiç değilse.”
“Ama yolları bilmiyoruz. Hem buralar güvenli midir?”
“Başka çaremiz yok, otobüse binemem, sürekli çıkarıyorum.”
“Bir doktor bulamaz mıyız?”
“Kesinlikle doktora gitmeye niyetim yok.”
“Ben çıkıp araba bakayım o zaman.”
“Bana soğuk su bul ne olur. Çok susadım.”
“Tabii, tabii.”
Arkadaşımı beklerken, korkuya kapılıyorum. Ya araba bulamazsa, ya daha kötü olursam? Neyse ki yarım saat sonra arabayla dönüyor.
Havaalanında bırakabilecekmişiz. Rahatlıyorum; istediğimiz yerde durup soğuk su alabilecek, otobüste yaşayabileceğim kusma stresini de unutacağım. Ancak yaklaşık beş yüz kilometrelik yol yarı çöl bir araziden geçiyor. Böyle bir şeye nasıl cesaret etmiştik? Sağlıklı düşünemiyordum belki de. Arkadaşım ise gribi bulaştırmanın suçluluğuyla mı bilinmez hiçbir şeye itiraz etmiyor. Belki de macera olarak görüyor her şeyi.
Hareket ettikten sonra kendimi daha iyi hissediyorum. En azından o berbat otelden ayrılmayı başarıyoruz. Bütün bunları yaptığı ve arabayı kullandığı için teşekkür ediyorum. Sonrada lisedeki edebiyat hocamdan, mektuplardan ve ikincisinin çantamda olduğundan bahsediyorum. Okumam için ısrar ediyor.
***
Beyaz adama,
Yıllar önce yazdığın mektupta Afrika’daki çocukların açlıktan, susuzluktan ölmesini, zenginlerin neden yeterince yardım etmediğini anlayamadığını söylemiştin. Bana göre anlaşılmayacak bir şey yok. Bunları daha sonra yazmayı düşünüyorum.
Tahmin edeceğin üzere çocuk değilim artık. Yazamadım, çünkü o zamanlar okuma yazma bilmiyordum. Batılıların kurduğu bir kampta öğrendim okumayı. Sahi sen neden yazmadın bunca yıldır? İşte ancak bu kadar ilgileniyorsunuz bizimle. Yine de teşekkür borçluyum sana. Şimdi merak ettiğini bildiğimden benim ve ailemin hikâyesini anlatmak istiyorum.
Çamur akan nehrin kıyısında yaşıyorduk. Nehirde elmas olduğunu söylediler bir gün. Sonra her şey değişti. Çatışmalar, kavgalar çıktı. Herkes kaçıyordu köyden.
Köyümüzün serin akşam esintilerine, uçsuz bucaksız boşluklarına ve hareketlerindeki her türlü özgürlüğe alışmış olan annem ve babam ayrılmaya niyetli değildi. Ama o yıl uğursuzluklar üst üste geldi. Görülmedik bir kuraklık olduğunu söylüyordu babam. Ekinlerimiz kurumuş, keçilerimiz bir deri bir kemik kalmıştı. Bir gece köyümüzü bastılar. Babamı, annemi ve beni iple bağladılar. Her yer yanıyordu. İnsanlar öldürülüyor, bağrışlar duyuluyordu. Hayvanlarımızı çaldılar, evimizi ateşe verdiler. Bizi öyle bırakıp gittiler. Gözleri kan çanağına dönmüş adamlar, ellerinde silahlarla, vahşi hayvanlarda bile olmayan bir acımasızlıkla yok etmek istemişlerdi bizi. Babam iplerini çözüp kurtulmasaydı hepimiz kül olacaktık o evle birlikte. Ertesi gün hava aydınlandığında köyümüzü seyrediyorduk uzaktan. Evlerin kalıntılarından yükselen cılız dumanlar, ağlaşmalar ve yanmış cesetlerinin korkunç kokusu köyümüzün ve buradaki hayatımızın sona erdiğini gösteriyordu. Bu da bizim bize zulmümüz işte. Artık o kampa gitmekten başka çaremiz kalmamıştı.
Böyle kamplar hayatı değişmiş, kurtuluşa ermiş insanların yeri mi bilinir? Oysa kimse buraya gelmeyi özgürce seçmez. Çaresizliğin, tükenmişliğin adresidir bu yerler. Adlarımızın önemi yoktur, yalnız sayılardır ortalıkta dolaşan. O kamplarda her şey yolunda olsaydı kemikleri sayılabilecek zayıflıkta insanlara rastlamak mümkün olur muydu? Ya da hastalıktan, ilgisizlikten ölenlere. Toprağından, işinden, özgürlüğünden yoksun olup da mutlu olan gördünüz mü?
Bu yüzden fazla kalamadık. Çok geçmeden umutsuzluk ve kalabalık kampın gittikçe ağırlaşan koşulları rengimizi gri sabah bulutlarına döndürmüştü. Yeterince yardım gelmediği, temiz su olmadığı söyleniyordu. Fakat ne olduysa, o beyaz önlüklü insanların koşuşturmalarından, endişeli yüzlerinden sonra oldu. Salgın çıkmıştı. Kampa verdikleri sulardan adları bilinmeyen ve belki de hiç önemsenmeyen ama sayıları belli insanların öldüğünü öğrenmiştik.
Artık babamın orada kalmaya niyeti yoktu. Akrabalarımızın yaşadığı köye gidecektik. Gece karanlığında bir kaçış planı yaptık. O zifiri karanlıkta koşarak asfalta çıkmaya çalışıyorduk. Ancak annem hastaydı ve hızlı ilerleyemiyorduk. Rüzgâr kumları dağlara, dağları kumlara çeviriyordu.
Tanıdık, korkunç vahşi hayvan sesleri karanlığa karışıyor, belki de büyük bir hata yaptığımızı anlamaya başlıyorduk. Annem geri dönmeyi önerdiyse de babam aldığı karardan vazgeçmedi. Rüzgâr adeta bizimle kavga ediyor, takatimizi kesiyordu. Vahşi hayvanlar yanımıza kadar sokuluyor, korku bütün vücudumuza nüfuz ediyordu. Gideceğimiz yer çok uzakta değildi, ama annem ve babam için hep uzakta kaldı. Bense şans eseri kurtarıldım. Uzun süre kamplarda kaldıktan sonra uzak bir şehre yerleştim. Şimdi bir yol üstü marketinde çalışıyorum.
Böyle binlerce hikâye var buralarda. Bilmiyorum, duyunca başlarınızı ellerinizin arasına alıp, körelmiş vicdanlarınızı dinliyorsunuz belki. Acıyor musunuz, muhalefet duygularınız mı kabarıyor? Doğru, hiçbiriniz çoğu aza tercih etmemiştiniz, cinayetlere, haksızlıklara baş kaldırmıştınız.
Buralara kadar geliyor kimileri. Soruyorum onlara, bize yardım etmek için mi, kendi sorunlarından kaçmak için mi o görkemli yolculuklar. Eğer en yakınınızda bir haykırışa kulak vermediniz, kendi düşkünlerinizi görmezden geldinizse belki de, bizi boş verin artık.
Böyle yazmak istemezdim ama aklıma umutlu şeyler gelmiyor. Hem, beyaz adamdan gelen bir mektuba cevap verirken, onların sorumluluklarından bahsetmemek olmazdı. Mektuplaşmak dileğiyle.
***
Mektup hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum ama klimanın bozulduğunu söyledi arkadaşım. Çölün bütün sıcaklığı camlardan içeri sızıyor, bu ise titrememe hissimi azaltırken soğuk su diye inletiyordu. Arabaya aldığımız sular içilecek gibi değildi artık. “Bir yer bulmalıyız” deyip duruyorum.
İkimiz de çaresizce sağımıza solumuza bakıyor ancak yerleşim yeri göremiyoruz. Bir şeye gerçekten ihtiyaç duymadan, yokluğunu bilmeden ya da onu kaybetmeden değerini anlayamıyor insan.
Yolun bir yerinde onarım çalışması var. İşçilerin kıvırcık, kabarmış saçlarına, boyunlarındaki kolye zincirlere ve büyük bedenli elbiselerine bakarken mektup yazdığım o çocuğun büyüdüğünü, bu gençlere benziyor olabileceğini düşünüyorum. Arkadaşım “Hayır burada durmayalım, sık dişini” diyor.
Sonunda uzaktan çatıları parlayan bir yer görünüyor. Yoldan biraz içerideki o küçük markete koşuyorum hemen. “Su, soğuk su” diyorum. Kasadaki genç Afrikalı bir şişe uzatıyor, anlamaya çalışarak. Parayı uzatır uzatmaz suyu tepeme dikiyorum. Gülümseyen sonra da sol gözünü kısıp alaycı bir ifade takınan genç:
“Buralarda suya ulaşmak kolay olmaz” diyor.
“Bu doğru.”
“Bayağı susamışsınız anlaşılan.”
“Biraz hastayım.”
“Zaten normal zamanda kıymetini anlayamazsınız.”
“Nasıl?”
“Demem o ki, sizler suyun gerçekte ne olduğunu bilmezsiniz, çünkü ona fazlasıyla sahipsiniz.”
“Sanırım, haklısın.”
Böyle bir cevap beklemeyen genç yüzüme merakla bakıyor. Bense asker selamı verip, elimdeki şişelerle ayrılıyorum.
Windhoek’de uçağa bindikten sonra sürekli uyuduğumu söylüyor arkadaşım. Sonunda Johannesburg’daki “OR Tambo” Havaalanı’na gelince ateşimin düştüğünü hissetmekle birlikte biraz sonra ateş ölçer cihazdan geçeceğimiz için korkuyorum. Arkadaşım, arkasından da ben geçiyorum; ikimiz de temiziz. Moralim yerine geliyor, acayip acıkmış olduğumu fark ediyorum. Havaalanında yemek yiyecek bir yer arıyoruz.
Uluslararası havaalanları; hiçbir yer bir bakıma. Yahut biz hiçbir ülkede değiliz. Binlerce nehrin birbirine karışması gibi insanlar; her yaştan, her milletten, her cinsten. Kiminin acelesi var, kimi zamanın geçmesini bekliyor. Sesler birbirine karışıyor, düşünceler, hayaller. Vergisiz mağazalar, ışıklı raflarda göz kırpan ülke kartpostalları, magnetler, hediyelik eşyalar, düzenli, temiz, bakımlı mekânlar, kibar çalışanlar. Su yiyecek, her şey var. Keşke bütün dünya böyle olsa.
Dünya böyle olmayacak biliyorum. Yolda su aldığım Afrikalı gencin mektubu yazan kişi olabileceği geçiyor aklımdan.
Fotoğraf: peopleint.wordpress.com