Dünyanın politik durumuna Hindistan’dan bir Marksist nasıl bakıyor? Vijay Prashad, Tricontinental: Institute for Social Research’ün yönetici direktörü, LeftWord Books’un Baş Editörü ve Çin Renmin Üniversitesi, Chongyang Finansal Araştırmalar Enstitüsü’nde kıdemli bir araştırmacısı.
1967’de doğan Prashad, Güney Asya Tarihi üzerine George ve Martha Kellner Başkanı ve 1996’dan 2017’ye kadar Hartford, Connecticut, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Trinity College’da uluslararası ilişkiler profesörüydü. Küresel Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) hareketinin bir parçası olan İsrail’in Akademik ve Kültürel Boykotu için ABD Kampanyası’nın danışma kurulu üyesi aynı zamanda.
Gazeteci Kavel Alpaslan’ın çok ilgi çekeceğini düşündüğüm Prashad ile söyleşisi Gazete Duvar’da yayınlandıktan sonra neredeyse hiçbir tepki gelmedi. Türkiyeli Marksistler sanırım söyleşi videosunu ya seyretmedi ya da seyrettiyse de dikkate değer bulmadı. Tam bir Türkiye klasiği yaşandı. Türkiyeliler sağcısı, solucuyla, Türkü, Kürdü, Çerkezi, Boşnakı, Arabı, Lazıyla, Alevisi, Sünnisi, ateisti, deistiyle kafa yoracak konulardan uzak kalmayı yeğler. Ya da zaten onlar her şeyin doğrusu bilir.
Ben Prashad’ın dediklerine hiç olmazsa yarım saat kulak vermek gerektiğini düşünüyorum. Onu dinlemek için Marksist olmanıza gerek yok. Bir Marksist’in olaylara bizim gibi bakmadığını görmek ilginç değil mi sizce de?
Ne mi diyor Prashad “Washington Kurşunları” adlı kitabını konu alan söyleşide?
-ABD, SSCB’nin çöküşünden sonra tek kutuplu dünyada Dünya Ticaret Örgütü vasıtasıyla küreselleşmeyi teşvik etmek, ülkelerin kendilerini dinlemesini sağlamak için temel mekanizma olarak savaşın tercih edilmesini zorlamak istedi.
-Yugoslavya’daki savaş, 1. Irak savaşı, 2. Irak savaşı… Tüm bu küreselleşme ve savaşlar ABD’nin kapasitesini tüketti. Diğer güçlerin ortaya çıkmasına yol açtı: Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi. 2013’ten beri yeni bir durumla karşı karşıyayız. Dünyanın en büyük ordusuna sahip ABD’nin kendine rakip olarak gördüğü Çin ve Rusya’nın büyümesini karşılayabilmek adına ordusunu kullanmak istediği bir durum var artık. Bu dönemde emperyalistler arasında bir çatışma yok.
-Kapitalistler arası çatışma hiperemperyalizme dönüştü. Başka bir deyişle, ABD ve NATO müttefikleri ki dünya askeri harcamalarının yüzde 75’inden sorumludurlar, askeri gücü kullanarak tüm gezegene hākim olmak istiyor.
-Rusya ve Çin savunma güçleridir. Bu dönemde emperyalistler arasında çatışma yok, kendilerini savunmaya çalışan savunma güçleri var. Ancak bunların ekonomileri büyüyor. Bu da çelişki yaratıyor. Biz, ekonomisi zayıf olan ABD’nin siyasi otoritesini korumak için ordusunu kullanmaya çalıştığı bu döneme hiperemperyalizm diyoruz.
-İnsanların nasıl yaşayacaklarını belirleme hakları var. Egemenlik kavramı budur. Bu konuda kesin bir mutabakat var. Rusya’ya karşı bir savaşın kötü olacağını biliyorum, öncelikle bu bir dünya savaşı olacağı için. Ama ABD’ye hükümetlerini değiştirmek için ülkelerde savaşa girme hakkını kim veriyor?
-Ancak haysiyetle ilgili ikinci kavram hakkında aynı fikirde olmayacağız. Haysiyet ne anlama geliyor?
-Ben Batı’nın herhangi bir üyesinin İran’a karşı savaşına kesinlikle karşıyım. İran’ın egemenlik hakkının olduğuna inanıyorum. Ancak İran içinde yaşananlar konusunda aynı fikirde olmayabilirim. Örneğin sınıf mücadelesi nerede, kadın haklarının rolü nedir vesaire ya da başka hayatiyet meseleleri hakkında.
-Ayrıca insanlara haysiyet dayatmaya ya da haysiyetleri kavga ettirmeye de inanmıyorum. İnsanlar kendi mücadelelerinin içinden geçmek zorunda. Bu bazen zordur. Onlara dayanışmamızı sunabiliriz. Ancak bir ABD bombardıman uçağının üzerine çıkıp bir ülkeyi bombalayarak bir insana haysiyet veremezsiniz. Hiçbir zaman işe yaramaz değil mi? Yani farklı ülkelerin farklı kültürel geçmişleri vardır. Türkiye’nin çok ilginç bir kültürel tarihi var. İstanbul ile Anadolu’nun gerisi arasında fark var. Erdoğan herkesin hoşuna gitmeyebilir ancak çok sayıda insana belirli bir dindarlık ile hitap ediyor. Türkiye gibi bir yerin tarihi tam olarak bu. Çin’in kendi tarihi var. İnsanlar “ah Çin çok otoriter” diyor. Hayır Çin’e bunu söyleyenler Asya’yı anlamıyorlar. Asya otoriterdir. Bizim otoriter bir toplumsal kültürümüz var. Ebeveynlerimize saygı duyuyoruz. Büyüklerin önünde sigara içmiyoruz mesela. Bu tür saygı kavramları Batı Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da bir şey ifade etmiyor olabilir.
Ancak Asya’da çok şey ifade ediyor. Yani yarın bir gün Çin’de sağcı bir hükümet olursa eğer, hükümet bir çeşit hiyerarşik düzenlemeye benzeyecek. Her ülke kendi kültürünün içinden geçmek zorunda.
İran güzel bir örnek. Ben mesela İran hükümetini devirmeye yönelik bir müdahaleye tamamen karşıyım. Ancak bu yüzde yüz İran hükümeti yanlısı olduğum anlamına gelmiyor. Bu aynı zamanda hükümetin karmaşık olduğunu görmediğim anlamına da gelmiyor. Hükümetin içinde çok ilginç unsurlar var ve işleri genişletmek, açmak, vesaire istiyorlar. Bunun bir karmaşıklık olduğunu anlıyorum. Bu bütün medeniyeti kınayabileceğimiz anlamına gelmiyor. Yani strateji ve manevra için bir alan olmalı. Küresel solda sıklıkla yaşanan şey bir “tanımlama” politikasının oluşudur.
-Biliyorsunuz birisini bir şey olarak etiketlemek istiyoruz ve diyalektiğin işlemesine izin vermiyoruz. Ben bir Marksist’im, diyalektiğin mantığına inanıyorum. Nerede anlaşma olduğunu nerede olmadığını görüyoruz. Pratik bir yaklaşım değil bu, diyalektik bir yaklaşım.
-Bazı yerlerde değişimin sınırlarını anlıyorum ve buna saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. “Çin şöyle de böyle de…” diyenlere hep söylüyorum. Gidin Çin’i ziyaret edin, şaşıracaksınız. Çin’de işlerin ne kadar karmaşık olduğunu görünce, ne kadar tartışma yaşandığını görünce şaşıracaksınız.
-Özgürlük kavramını ele geçirdi Batı ve ABD. Sol da ele geçirebilirdi ancak onlar ele geçirdiler ve sonra her yerde kullandılar. Bilirsiniz kültürel özgürlük, siyasi özgürlük, özgürlük enstitüsü, özgürlük sözleşmesi, özgürlük aşağı, özgürlük yukarı… İlginçtir, kendilerinin özgür dünya olduklarını söylemeye başladıklarında ABD’de Afrika kökenli insanlar Avrupa kökenli insanlarla eşit muamele görmüyordu. Bunlar medeni haklar hareketi dönemiydi.
-Mülteciler fikri ABD tarafından inşa edildi. Başlangıçta savaştan kaçan insanlar anlamına geliyordu. Ancak “Demir Perde” ülkelerinden kaçanları tanımlamak için mülteci kavramını yarattılar. Orası karanlığın yeriydi, burası ise aydınlığın yeri. Çok ama çok güçlü bir imaj. Berlin Duvarı yıkıldığında “yıkılan duvar” sembolü, aydınlığı isteyen insanlar vb. Her şeye rağmen bu güçlü kalıntı varlığını sürdürüyor.
-Eğer Türkiye, Yunanistan gibi aynı dönemde darbelerin yaşandığı ülkelerdenseniz ABD bu darbelerin hepsini destekledi. Önceden haberleri vardı. 12 Eylül 1980’i önceden biliyorlardı. Hemen destek verdiler, çok mutluydular. NATO Sözleşmesi “Biz özgürlükten yanayız”, “biz eşitlikten yanayız” der. NATO’ya katılan ilk ülkelerden biri hangisiydi biliyor musunuz, diktatör Salazar yönetimindeki Portekiz. Hiç sorun yok, hoş geldin. Neden mi? Çünkü Portekiz’de bir deniz üssümüzün olmasını istiyoruz. Cebelitarık Boğazı’nı kapatabilmek istiyoruz. Sorun yok, sizin bir diktatörlük olmanız, önemli değil. NATO’ya katılabilirsiniz. Ki kendi sözleşmesinde özgürlük ile ilgili tüm bu şeyler yer alıyordu bunları söylerken. Yani olağanüstü reklamcılık, özgürlük markası ile gerçek arasında bir kopukluk var.
-Olağanüstü bir kopukluk. Bu kopukluk aslında muazzam bir kültürel öneme sahip. Çünkü insanlara dönüp şunu söyleyebileceğiniz anlamına geliyor: Hey dinleyin insanları öldürmeyi biz istemedik. Bir diktatörlüğü desteklemeyi biz istemedik. Biz buna mecbur bırakıldık.
Yazının ikinci bölümüne kadar herkese keyifli günler diliyorum.
Fotoğraf: (soldan sağa) Hindistan Başbakanı Shri Narendra Modi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping. Kaynak: u-f.ru