Gezegendeki mevcut insan türünün atası olan Homo sapiens, yaklaşık 300 bin yıl önce ortaya çıktı.
O gün bugündür deprem, sel, kuraklık, yanardağ patlaması ve benzeri doğa olaylarından çok çekti. Bunların yanı sıra, savaşlar ve bulaşıcı hastalıklar can ve mal kaybına neden oldu. Homo sapiens, travmatik kitlesel yıkımlara hep direndi, hayatta kalmayı başardı.
İnsanoğlu taş çağı boyunca bitki ve meyveyle besleniyordu. Sert iklimlerde ya da bitki bulamadığında kuş yumurtası, bal ve salyangoz topluyordu. Girit’teki buluntular, salyangozu bir çubuk ucunda ateşte pişirip yediklerini anlatıyor.
Salyangoz: Salyalı (sümüklü) böcek. Salya sözü Yunancadır. Salyangoz, eski Yunanca sálioánkhos sözünden gelip, Romeyka (Karadeniz Rumcası) üzerinden Türkiye Türkçesine yerleşmiş gibi duruyor.
O çağlarda insanın en zor görevlerinden biri, yiyecek bulmak ve bulduğu yiyecekleri korumaktı. Öncü atalar açlıktan ölmemek için ölü hayvanların iliğini çıkarıp yiyordu. Ateşi kontrol etmeyi öğrendikten sonra tam bir avcı oldu, avının kaslarını da pişirip yedi. Hayvan sürülerini izleyerek, farklı bölgelere, kıtalara göç etti.
Yeni taş çağı başlarında bitkilerin çoğalmasını kontrol edebildiğini fark eden insan, tarlada kendi ekinini yetiştirmeyi başardı. Böylece elde ettiği artı ürünü korunaklı ambarlarda depolamaya başladı.
Depolarını yanında götüremeyen klanlar, göçebelikten yerleşik yaşam biçimine geçiş sağladı. Bundan böyle pratik ve sanatsal çalışmalarda yaratıcı üretim için zaman buluyordu. Yakınlarda bir yapı market bulamayınca, sahada kullanılan gereçleri de kendileri üretiyordu.
Süpermarket raflarını süsleyen endüstriyel yiyecek ve içecekler henüz yoktu. O zamanlar insanlar gerçek anlamda organik, ekolojik gıdayla besleniyordu. Çocukların bilincini kirleten reklamlar da yoktu. En önemlisi, yanıltıcı haberlerle dolu sosyal medya yoktu.
Yüz yıl önce bile dünya nüfusunun çoğu, kırsalda yaşayan, doğayı tanıyan, becerikli çiftçilerden oluşuyordu. Tarım Devrimi’nden bu yana işlerin çoğu, insan emeği ve hayvan gücüyle yürütülürdü. Mekanizasyon kısıtlıydı ama atalarımız çoğunlukla daha sağlıklı, daha sosyal ve daha mutluydu. Doğayla ve toplumla tam bütünleşik olarak yaşıyorlardı.
Endüstriyel üretim yöntemlerinin tarımda modellenmesi, gıda üretimi konseptini kökten değiştirdi. Tarım bir yaşam biçimi iken, dev bir sektöre dönüştü. Sanayi şirketlerinin tarım işine girmesi, her aşamada üretim süreçlerini hızlandırdı. Maksimum gelire odaklanmak, mertliği bozdu.
Genetik modifikasyon sayesinde gıdaların yapısı birçok yönden manipüle edildi, ediliyor. Laboratuvarda pek çok hibrit alt tür yaratıldı. Kanola yağı, modern zamanların türleştirme işlemleri açısından iyi bir örnektir.
Doğada kanola adını taşıyan bir bitki bulunmazken, 70’lerde kolza bitkisi tohumlarından yağ çıkarmak üzere melezleştirildi. Kanola adının birinci hecesi, ilk üretildiği yer olan Kanada’nın ilk hecesidir. İkinci hecesi ise Batı dillerinde yağ anlamını çağrıştırmakta.
Kan+Ola: Kanada Yağı.
Maliyeti çok düşük olan kanola yağı, başlangıçta makine yağı olarak kullanılıyordu. Zamanla yemeklik yağ haline getirildi, restoran ve otellerin muteber (!) mutfak yağlarından biri oluverdi.
Ne yazık ki, tarım modernleştikçe doğal çevre daha öngörülemez hale gelmekte. Üstelik hem yiyeceğimiz hem de sağlığımız kötüleşiyor. Şimdi, yiyeceklerimizi hiç tanımadığımız insanlar, nerede olduğunu bilmediğimiz fabrikalarda üretiyor. İçindekiler kısmında yazanları zaten anlamıyoruz.
Rengarenk paketler içindeki yiyeceklerin reklamını hep görüyoruz ama hiç patates, patlıcan, havuç reklamı görmeyiz. Nedenini merak ediyor musunuz?
Homo sapiens giriştiği her işte başarılı oldu ama hiçbir başarısı, insan sağlığında endüstriyel gıdanınki kadar kötü sonuçlara yol açmadı. Artan nüfusu doyurabilmek için, işlenmiş endüstriyel gıda üretimi kaçınılmaz olabilir.
Ancak asıl soru şu: Endüstriyel gıdalar bu kadar sağlıksız olmak zorunda mı?..
halilocakli@yahoo.com