Mihail Gorbaçov, Sovyetler Birliği Komünist Partisi genel sekreteri bile olmamışken, bu göreve hazırlanması için Parti’nin Politbürosu tarafından kararlaştırılan bir ziyaret çerçevesinde Londra’ya gittiğinde, kendisine Batı liderleri arasında ilk onayı veren dönemin “Demir Leydi”si Margaret Thatcher ile görüşmüştü.
Thatcher, Politbüro üyesi sıfatıyla ilk kez Aralık 1984’te tanıdığı Gorbaçov’u, “Batı’nın birlikte iş yapabileceği bir devlet adamı” olarak nitelemiş, bu tanımlama birkaç gün süreyle dünyanın çeşitli bölgelerindeki büyük gazete başlıklarını oluşturmuştu.
Aynı Thatcher, iki yıl sonra, Mart 1987’de Moskova’ya yaptığı ziyaretin ardından düzenlediği basın toplantısında, artık liderlik koltuğuna oturmuş olan Gorbaçov’a yine övgüler düzmüş ve SBKP liderinin doğru reform yolunu seçtiğini öne sürmüştü. Gorbaçov’un siyasi şeffaflık (glasnost) ve ekonomide yeniden yapılanma (perestroyka) programlarını, Çin’de Deng Şiaoping önderliğinde başlatılmış olan ekonomik liberalleşme programıyla karşılaştırmış ve Sovyet liderin reformun düşünsel altyapısına ekonomik değişime kıyasla öncelik vermekle sağlam ve tutarlı bir seçim yaptığını ileri sürmüştü.
Thatcher‘ın bu değerlendirmesinden sadece dört yıl sonra SSCB çöktü, Gorbaçov “Böyle sonuçlanacağını baştan bilseydim, reformlara hiç başlamazdım” diyerek nedamet getirdi. Thatcher’ın yanlış olduğunu ileri sürdüğü ekonomik liberalizasyon politikaları, ülkenin demografik potansiyelinin de büyük katkısıyla, Çin’i dünyanın en büyük ekonomisi haline getirdi. (Burada yanlış anlamaya yer vermemek için şu noktanın altını çizelim: Satın alma gücü paritesi temelinde en büyük ekonomi, gayri safi hasıla bağlamında değil.)
Thatcher’ın tanısı ne kadar doğruydu? Gerçekten Gorbaçov’un yöntemi doğru, Pekin’inki yanlış mıydı? Yoksa yanlış/doğru kıyaslaması strateji değil de taktikler üzerinden mi yapılmalı? Bir başka deyişle, Moskova ve Pekin’deki liderlerin başarıları veya yanlışlıklarının nedenleri izledikleri politikalardan çok uygulamalarında mı aranmalı?
Şöyle açmaya çalışalım: Gorbaçov’un şeffaflık ve yeniden yapılanma politikaları temelde doğru ama uygulamada mı yanlıştı? Örneğin, SSCB ekonomisinin merkezi planlamaya dayalı kamu sektörü ağırlığından sınırlı özel sektör açılımına geçişi olması gerekenden yavaş mıydı yoksa hızlı mı? Öte yandan Pekin’in, şimdiki lider Şi Cinping’e kadar Batı’nın sermayesinin gelmesini beklemesi ve o sermayeyle gelen teknolojiyi son derece yavaş uygularken Şi’nin dizginleri ele alır almaz büyük bir siyasi/toplumsal/ekonomik atılım süreci başlatması ve teknolojide ABD, Japonya ve Avrupa’yla at başı yarışır hale gelmesi (kuşkusuz başarı hanesine yazılmalı) potansiyel krizlerin tohumlarını yeşertmeye mi başladı?
Elbette bu soruların yanıtları en az birkaç akademik yayını dolduracak kadar kapsamlı araştırmaların ve tartışmaların yapılmasını gerektirir ve sınırlı bir denemenin boyutlarını aşar. Ancak bu, dar bir çerçevede de olsa, sosyalist düşüncenin iki farklı uygulamasında, liderliğin rolü yani Leninist ilkenin ne kadar vazgeçilmez olduğu üzerine bazı düşünceler ifade edilemez anlamına gelmez.
Sosyalist düşünce doğası gereği sanayileşmiş toplum felsefesidir: Ekonomi, fabrikalarda vardiya düzeniyle çalışan emekçilerin üretim faaliyetinin yarattığı artık değerin, toplumun çeşitli katmanları arasında adil olarak bölüşülmesiyle genel olarak refah düzeyinin artmasına ve en geniş anlamıyla kalkınmaya hizmet için vardır. Bu düşünce sisteminde örgün bir toplumsal yapı içkindir: İşçiler, yaşamlarını çalışma saatlerine göre kurgulayıp bilinen zamanlarda bilinen etkinliklerde bulunurlar. Yaşam örgütlüdür, her düzey ve alandaki örgütler de, yöneticiler tarafından yönlendirilir. Bu açıdan bakıldığında, aslında örgütü lidere bağımlı sayan Leninist ilkenin zaman içinde sosyalist uygulamalardan aşamalı olarak elenmesi gerekir çünkü bizzat örgütlülük yaşamın her alanını kamu çıkarı için düzenleyeceğinden, liderin etkisi ve işlevi gereksiz hale gelmelidir.
Geleneksel olarak pasifist olan Doğu toplumlarında ise sabır ve tevekkül başat değerler olarak, köylülük niteliği mutlak belirleyici olan yaşamın genel çerçevesini çizerler. Haliyle, sanayinin olmadığı, yaşamın örgütlenmiş zaman çerçevesinde düzenlenmediği bir düzende, toplumsal ilerleme ve kalkınma kavramı adeta fizik ötesi kadar yabancıdır topluma. Kırsal yaşam örgütlenmeyi gerektirmez; tarım yapan köylünün, fabrika işçisinin tersine, günlük değil mevsimlik takvimi vardır. Doğal olarak bu kadar esnek bir düzenin insanlarının örgütlenmesi, bir sanayi toplumundan daha zorlu bir çaba ve daha güçlü/otoriter bir örgüt önderliği gerektirir.
Belki de, sosyalizmin iki denemesinin, Çin ile Sovyetler Birliği’nin gelişim ve dönüşümünü bu parametrelerle karşılaştırmak mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında, Gorbaçov’un şeffaflık ve yeniden yapılanma politikasının, doğal süreç içinde Leninist önderlik anlayışının tarihe karışması amacıyla uyumlu olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Gorbaçov’un hatası, belki de bu amaca ulaşacak olan reform stratejisini, kapsamlı olarak planlamadan, sadece taktik adımlarla başarıya ulaştırabileceğine inanmasıydı.
Çin’de ise, tarihi boyunca uzun süre sömürge olarak yaşamış, yoksul köylü yığınlarından sosyalist bir toplum yaratma iddiasındaki Mao’nun devrim hareketi, başarıya ulaştıktan sonra, Leninist ilkeleri bile aratacak derecede zorba (ve cahilce) önderlik uygulamalarıyla modern bir sosyalist düzen kurmaya soyundu. Bu çabalar ancak bir dizi felaketten sonra (Kültür Devrimi, büyük açlık vs) lider kadrosunun, Leninizm’den vazgeçmesini gündeme getirdi. Deng Şiaoping’in, “Zengin olmak ayıp değildir” veciz ifadesiyle süreç ülkede akıl almaz zenginlikler yaratırken aynı zamanda kapitalizmin “açgözlü ihtiras” virüsünün yarattığı bir salgına dönüştü. O kadar ki, Halkın Kurtuluş Ordusu yani Çin silahlı kuvvetleri bile ekonomik işletmeler oluşturarak kâr etme yarışına katıldılar. Bu yarışın sosyalist ideolojiyi kapitalizmle ikame edeceğini görmek için kahin olmak gerekmiyordu.
Şi, işte bu nedenle, Mao’nun devrimci kadrosundan bir babanın çocuğu olarak yeniden Leninist önderlik ilkesine sarıldı.
Bu tablonun gösterdiğini özetlersek: Lenin önderliğinde, cılız bir işçi sınıfının oluşturduğu sosyalist düzen Sovyetler Birliği’nde güçlü bir işçi sınıfı oluşturmayı (büyük bedeller ödenerek) başarmış olmasına karşı, Leninist liderlik yapısını aşabilen bir toplum sistematiği üretemediği için çöktü. Mao’nun köylüye dayalı olarak kurduğu sosyalist devlet yapısı ise, Leninizm’den sapılarak bir işçi sınıfı (ve bununla birlikte bir burjuvazi) yaratırken, kapitalizme dönüşmemek için Leninizm’e döndü. Bu geriye çark etme, kâr ve ihtiras virüsünün bulaşmış olduğu toplum katmanlarının isyanına yol açacak mı, bunu zaman gösterecek.
Kapitalizmin içinde yaşadığımız hızla derinleşen bunalım sürecinde, sosyalistlerin, felsefelerinin temel kavramlarına uygun olarak, lider yerine ilkeli bir örgüt yönetimine dayalı, dayanışmacı ve adil bir yönetişim seçeneği oluşturmak için koşulların olgunlaştığını artık fark etmeleri gerekiyor.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.