Uygarlık kavramı, entelektüeller ve akademisyenler arasında uzun yıllardır tartışılan ve tanımı zamanla değişimlere uğramış bir olgudur.
Genel olarak uygarlık, bir toplumun hukuk, bilim, teknik ve sanat gibi alanlarda ileri bir aşamaya ulaştığı sosyokültürel bir süreç olarak tanımlanabilir. Bu süreç, daha yüksek düzeyde sosyal kalkınma, kamusal örgütlenme ve teknolojik ilerlemeyi vurgular. Bu ilerleme, toplumun genel refahı ve bireylerin mutluluğu için kritik öneme sahip olan temel prensipleri de içerir.
Aynı zamanda, gerginliklerin şiddetle değil hukukla çözüldüğü, saygı ve empatinin geliştiği, insanların barış içinde bir arada yaşadığı bir sosyal gelişmişlik düzeyini tanımlar. Toplumları ilkellikten çağdaşlığa taşıyan bilgiler, araçlar ve ürünlerin toplamı olarak düşünülebilir. İnsanlığın uygarlığa uzanan yolculuğu, yüz binlerce yılda ve milyonlarca insanın katkısıyla şekillenmiştir.
Uygarlık ve din, insanlığın en temel ve karmaşık iki olgusudur. Yüzyıllar boyunca, birbirini besleyen, çatışan ve dönüştüren bu iki alan, insan toplumlarının gelişimi ve dönüşümü üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur.
Dinler, evrimsel antropoloji açısından, insanları ritüeller, semboller ve ibadet aracılığıyla yaratıcı güçle ilişkilendiren ve insan türünün biyolojik ve kültürel evrimiyle ilişkili olan inanç sistemleridir. Din ve uygarlık, birbirini zenginleştiren iki fenomen olarak karşılıklı etkileşim içinde evrimleşmiş ve bu etkileşim, hem dinlerin hem de uygarlıkların gelişimine katkıda bulunmuştur.
Geçmiş uygarlıkların mirası tarihi zenginliklerle doludur ancak bu miras günümüzde bazı bölgelerde tehlike altındadır. Örneğin, görkemli uygarlıkların yurdu Mezopotamya’da yazı bulunmuş, Hammurabi yasaları oluşturulmuş, sulama sistemleri geliştirilmiş ve tapınaklar inşa edilmiştir. Ancak günümüz Irak ve Suriye’sinde düşük eğitim düzeyi, bilinçsizlik ve sürekli çatışmalar nedeniyle tarihi zenginlikler korunamamaktadır.
Benzer şekilde, eski Mısır’da harita mühendisliği, piramit mimarisi, papirüs, hiyeroglifler, mumyalama, geometri ve astronomi gibi birçok alanda ciddi başarılar elde edilmiştir. Günümüzde ise, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik sıkıntılar bu şık ve değerli mirasın korunmasını engellemektedir.
İndus uygarlığı, hoşgörü açısından övgüye değer nadir örneklerden biridir. Kadim Hindistan’da hoşgörü ortamının gelişmesi, 7 bin yıllık geçmişte 700’den fazla dilin ve 7 büyük dinin barış içinde bir arada var olmasına olanak sağlamıştır. Ancak modern Hindistan, bu engin hoşgörü geleneğini sürdüremediği için şimdilerde çeşitli sosyal gerilimlerle karşı karşıyadır.
Çin, en eski uygarlıklarından biridir ve sayısız buluşa imza atmıştır. Ancak dünya, Çin buluşlarından somut yararlar sağlayamamıştır. Örneğin, Çin ipeği bulmuş ama küresel ticaretini yaratamamış. Pusulayı geliştirmiş ama Amerika’yı keşfedememiş. Barutu icat etmiş ama ne askeri üstünlük sağlamış ne de dinamiti üreten bir Alfred Nobel çıkarabilmiş. Matbaayı geliştirmiş ama geniş çaplı bilgi hareketi başlatamamış. Kâğıdı bulmuş ama küresel bir yazın kültürü oluşturamamış.
Öte yandan, günümüzün ileri düzey uygarlık örneği olarak görülen bazı toplumlarının, aslında hoşgörüden uzaklaştığını ve kendinden olmayanları dışlayan yapılara dönüşebildiğini gözlemlemekteyiz. Bu toplumlarda kültürel, ideolojik, etnik ve dini ayrımcılık ile ön yargılar yaygın olarak görülmektedir.
Geçmişte yaşanan çatışmalar ve kültürel farklılıklar, “ötekiler” olarak algılanan gruplara karşı hoşgörüsüzlüğü bugün de derinleştirmektedir. Erk sahibi elitlerin (!) havuzlu medyayı siyasi manipülasyon aracı olarak kullanmaları bu eğilimi daha da pekiştirmektedir.
İnsan evrimi genellikle “uygarlık öncesi” ve “uygarlık” olmak üzere iki temel başlık altında incelenir. Uygarlık öncesi toplumlar sıklıkla ilkel olarak nitelendirilse de, bu terimin tanımı üzerinde bir görüş birliği henüz oluşmamıştır. Geleneksel tarih analizlerinde, yerleşik yaşam biçimi, kamusal ve siyasi yapılar, sosyal hiyerarşi, teknolojik inovasyon, yazılı kültür ve sanat üretimi gibi alanlarda geri kalmış toplumlar ilkel olarak sınıflandırılmaktadır.
Ancak bu indirgemeci bakış açısı, bu toplumların kendi mitolojilerini, sosyal yapılarını ve özgün sanat formlarını geliştirme kapasitesini çoğunlukla göz ardı etmektedir. Oysa, uygarlık öncesi toplumlar, günümüzde bile bizi hayran bırakan inanılmaz derecede sofistike ve güzel sanat eserleri bırakmışlardır.
Bu toplumlar tarafından üretilmiş sanat eserlerine örnek olarak, figüratif mağara çizimleri, abartılı dişi hatlarıyla Venus figürinleri ve Göbeklitepe’nin görkemli taş yapıları verilebilir. Ayrıca, Avrasyalı İskitlerin ve Karadenizli Kimmerlerin altın işlemeli takıları ya da Vikinglerin bezemeli gemileri de etkileyici birer örnektir. Mitler ve inançlarla iç içe geçmiş bu sanat eserleri, ilkel toplumlarda da sanatsal yoruma ve yaratıcılığa değer veren kişilerin var olduğunu göstermektedir.
Bu noktada uygarlık öncesinde ilişkilerin genellikle aile ve klan dayanışmasına dayandığını ve bu bağların toplumun iç dinamikleri üzerinde belirleyici bir rol oynadığını belirtmek önemlidir. Örneğin, sosyal normların oluşmasında ve karar alma süreçlerinde klan büyüklerinin ve liderlerinin otoritesi daima etkili olmuştur.
Zamanla bunlara din adamları sınıfı eklenmiştir. Esasen din adamları, ahlaki ve etik değerleri şekillendiren, ritüelleri yöneten ve toplumsal düzenin korunmasına katkıda bulunan figürler olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zamanla toplumun manevi rehberliğinin çok ötesinde roller üstlenmiş, sosyal ve politik kararların alınmasında da belirleyici olmuştur.
İnsanlar, kutsal metinler, ritüeller, semboller ve etik normlar gibi bileşenler aracılığıyla evreni, varoluşu ve hayatı dinler üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktadır. Din, ayrıca toplum içinde sosyal dayanışmayı güçlendirmeye, ortak değerler oluşturmaya ve bireylere aidiyet duygusu sağlamaya hizmet eder. Bu yüzden, çeşitli yörelerde ve tarihsel dönemlerde farklı dinler ortaya çıkmıştır.
Pragmatik bakış açısı, bir fikrin veya eylemin doğru veya yanlış olup olmadığını, pratik sonuçlarına göre değerlendirir. Bu bağlamda, dinin uygarlık üzerindeki etkisini değerlendirirken, dinin toplumları nasıl etkilediği ve sonuçlarının ne olduğu da sorgulanmalıdır.
Pragmatik yaklaşım, inanç sistemlerinin sosyal ve maddi koşullar tarafından tetiklendiğini ve insanın doğayla başa çıkma çabalarıyla şekillendiğini savunur. Bu bakış açısına göre, dinin ilk formları doğa ve atalara tapınmaya dayanıyordu. Ticaretin gelişmesiyle birlikte, farklı tanrılara tapan insanlar bir araya gelmiş, etkileşim ve ödünçlemeler sonucunda çok tanrılı dinler türemiştir. Nihayetinde, değişen üretim biçimlerinin getirdiği dönüşümlerin bir çıktısı olarak tek tanrıcılık (monoteizm) ortaya çıkmıştır.
Dinler, yerleşik yaşama geçişin ilk aşamalarından itibaren toplumsal yaşamın merkezi bir bileşeni olmuştur. Toplumlarda birlik duygusu ve etik değerler oluşmasına, mimarlık, sanat, edebiyat, eğitim ve sağlık hizmetlerinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Bu süreçte yönetimde söz sahibi olmaya çalışan ulema, erk sahipleriyle iş birliği yaparak dini yapı ve kurumların oluşturulmasında öncülük etmiştir. Böylece dinler zamanla kurumsallaşmış ve sosyal örgü içinde güçlü bir konuma gelmiştir.
Din ve uygarlık arasındaki ilişki karmaşık ve çok boyutludur. Bir yandan, bazı dinler etik değerleri, yasaları ve sosyal düzeni sağlayarak uygarlıkların gelişmesine katkıda bulunabilir. Öte yandan, bazı dinler dogmatik doktrinler ve katı normlar dayatarak bilimsel ilerlemeyi ve özgür düşünceyi engelleyebilir. Farklı inançların ve kutsallık yorumlarının, çeşitli toplumlarda çatışmaya, ayrımcılığa ve bölünmeye yol açtığı gerçeği de unutulmamalıdır.
Tarih boyunca birçok düşünür, uygarlık ve dinlerin çeliştiği görüşünü dile getirmiştir. Örneğin, Alman filozof Feuerbach dinin insanları metafizik bir dünyaya yönlendirerek bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikleri görmezden gelmelerine yol açtığını savunmuştur. Benzer görüşleri Karl Marx, Sigmund Freud ve Bertrand Russell da ileri sürmüştür.
Buna karşılık, bazı düşünürler ise uygarlığın insanı doğadan koparıp izole ettiğini, yabancılaştırdığını ve tüketim odaklı bir yaşama yönlendirdiğini belirtmişlerdir. Örneğin, klasik dönemde Homeros, Sophokles ve Platon; Orta Çağ’da Dante; Rönesans döneminde Shakespeare ve Montaigne; modern dönemde ise Dostoyevski, Nietzsche ve George Orwell bu görüşleri savunan isimlerdir.
Dinler, her zaman bireylerin zorluklarla başa çıkmalarına ve hayattaki rollerini anlamalarına yardımcı olmuştur. Belki de bu nedenle günümüzde tamamen dinden arınmış bir toplum yoktur. En az gelişmiş toplumdan en gelişmiş topluma kadar, her yerde mutlaka dindar insanlar bulunmaktadır.
Sonuç olarak, din ve uygarlık arasındaki etkileşim, tarih boyunca toplumların gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. Bazı dinler dogmatik yapılarıyla bilimsel ilerlemeyi ve özgür düşünceyi engelleyebilse de, dinler genellikle uygarlığın ilerlemesinde önemli katkılar sunmuştur. Uygarlıkların dinlerle olan karmaşık ve çok yönlü ilişkisi, sosyolojinin dinamik bir parçasıdır ve toplumsal yapının temel bir bileşeni olmayı sürdürmektedir.
Önerilen kaynaklar:
Armstrong, Karen. (2000). A History of Religion. New York: Random House.
Bellah, Robert N. (1976). Beyond Belief: The Religious Experience of Protestants. NY: Harper & Row.
Eliade, Mircea. (1958). The Sacred and the Profane. New York: Harcourt Brace Jovanovich.
Geertz, Clifford. (1973). The Interpretation of Cultures. New York: Basic Books.
Weber, Max.(1958). The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. NY: Charles Scribner’s Sons.