Anadolu çağlar boyunca kültürlerin, uygarlıkların ve inançların doğayla etkileşime girdiği bir coğrafya olmuş, Kapadokya ise genellikle bu etkileşimlerin merkezinde yer almıştır.
Kapadokya, insanların doğayı dikey olarak yeraltına doğru şekillendirdiği tarihsel ve kültürel miras alanlarıyla ünlüdür. İnançlarını koruma amacıyla tüf katmanlarını oyarak inşa ettikleri yerüstü ve yeraltı yapıları, bölgenin ilginç tarihini ve mimari özelliklerini yansıtır.
Kapadokya’nın fotojenik kaya oluşumları, kiliseleri ve yeraltı kentleri, bölgenin eşsiz doğasını ve zengin tarihini ortaya koymaktadır. Kaya formasyonları faklı sanat dallarından sanatçılar için esin kaynağı olmaya devam ediyor. Nevşehir, Kayseri, Aksaray ve Niğde illerini kapsayan bölgede 150’den fazla yeraltı kenti bulunuyor, farklı kaynaklara göre bu sayı 200’ü aşıyor.
Bazı kaynaklar, ilk yeraltı kentlerinin Luwiler döneminde, Milattan Önce (M.Ö.) 2. binyılda oyulmaya başlandığını öne sürmektedir (Öztürk, M. 2012. Kapadokya Yeraltı Şehirleri. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları). Bölgenin Bronz Çağı’nda Luwi Krallığı’nın sınırları içinde olduğu ve bu dönemde bazı küçük çaplı yeraltı yerleşimlerinin kurulduğu bilinmektedir. Kaymaklı Yeraltı Şehri’nin en üstteki iki katın Luwiler dönemine ait olduğunu, alt katların ise zamanla genişletildiğini düşünülmektedir.
Yeraltı kentlerinin ilk hangi uygarlık tarafından ve ne zaman inşa edildiğine ilişkin kesin bir kronoloji belirlemek bugüne kadar mümkün olmadı. Ancak, bu yeraltı yapılarından bazılarının M.Ö. 18. yüzyılda Kapadokya’yı kontrol eden Hititler ve halefleri tarafından inşa edildiği düşünülüyor.
Kapadokya’daki Hristiyan varlığının başlangıç tarihi ve yeri belirsizliğini korumakla birlikte, tarihsel bulgular Hristiyanların 2. yüzyılın başlarında bölgeye gelmiş olabileceğini düşündürmektedir. Bu Hıristiyanların Antakya ve Urfa’dan gelen misyonerler olduğu ve öncelikle bölgedeki Yahudiler arasında Hıristiyanlığı yaymaya çalıştıkları varsayılmaktadır.
3. yüzyıldan itibaren Roma zulmünden kaçan önemli sayıda Hristiyan, kuzeye doğru Kapadokya’ya göç etmeye başlamış. Bu topluluklar, büyük olasılıkla coğrafyanın güvenli bir barınma ve sığınma ortamı sunduğunu bilerek gelmiş. Kapadokya Hristiyanları, tüf kayaya oyulmuş mevcut yeraltı yapılarını yatay ve dikey olarak genişleterek buralara sığınmışlardı.
4. yüzyılda bölgede yetişen ve Hristiyan manevi anlayışının gelişimine büyük katkılar sağlayan azizler sayesinde Kapadokya, Hristiyan teolojisinin önemli bir merkezi haline gelmiştir. İşte, Hristiyanlık tarihi ve kültürü açısından birer simge olan üç Kapadokyalı aziz:
- Aziz Basil (Kayserilidir), Kayseri piskoposluğu yapmış ve Hristiyanlığa katkılarından ötürü “Büyük Basil” adını almıştır. Kayseri’de içinde aşevi, hastane ve düşkünlerevi olan bir külliye yaptırmıştır.
- Aziz Nissalı Gregor (Kayserilidir), Aziz Basil’in küçük kardeşidir. Nissa piskoposluğu yapmış, abisi Basil ve ablası Makrina ile birlikte Ürgüp’te bir manastır kurarak Anadolu’da manastır geleneğini başlatmıştır.
- Aziz Nenizili Gregorios (Aksaray Gülağaçlıdır), İstanbul patrikliği yapmış önemli bir ilahiyatçıdır. Patrikliği döneminde, kilise doktrinlerinin ve ayin geleneklerinin gelişimine sunduğu katkılar günümüzde de hissedilmektedir.
Bu isimler dışında, Kapadokya’da yetişmiş ya da yaşamış ve Hristiyan teolojisinin şekillenmesine katkı sağlamış başka önemli dini önderler de bulunuyor. Örneğin, Göreme’de adına kilise ithaf edilen Azize Barbara. Söylenceye göre babası bir pagan olan Barbara, Hristiyanlıktan dönmediği için işkence görmüş ve bizzat babası tarafından öldürülmüş. Kaliforniya’daki Santa Barbara kenti bu azizenin adını taşımaktadır.
Ortodoks dünyasının en saygın azizelerinden biri olan ve adına Moskova’da (Kaçalov) bir kilise bulunan Azize Paraskeva, 3. yüzyılda Konya’da yaşamış ve Romalılarca öldürülmüştür. Azize Paraskeva (Paraskeva Pyatnitsa), Rus geleneklerinde tüccarların ve ev kadınlarının koruyucusu olarak bilinir.
Ayrıca, Moskova’nın iki koruyucu azizi olduğunu, bunlardan birinin Myralı (Antalya Demreli) Nikola, diğerinin ise Kapadokyalı Aziz Gregor olduğunu belirtmek gerekir. Rus başkentinin önde gelen koruyucu azizi olarak kabul edilen Aziz Gregor, şehrin tarihsel sembolü haline gelmiştir.
Moskova’nın şehir armasında Aziz Gregor, beyaz bir atın üzerinde ejderhayı yenen bir şövalye olarak tasvir edilir. Bu tasvirin kökeni, Göreme’deki Yılanlı Kilise’nin duvarında tasvir edilen Aziz Gregor’un mızrağıyla ejderhayı öldürmesi anlatısına dayanmaktadır.
Rumcada “Hagios Georgios”, Türkçede ise “Aya Yorgi” olarak anılan bu aziz, pek çok kültürde atlıların ve süvarilerin koruyucusu olarak büyük saygı görmüştür. Hatta Anadolu Selçuklu sultanlarından bazıları, sikkelerinde bu azizin tasvirine yer vermiştir. Araştırmalar, bu atlı aziz figürünün esasında eski Pers inancı Mitra’ya kadar uzanabileceğini gösteriyor.
Bölgenin renkli simalarından biri, 1. yüzyılda Niğde yakınlarındaki Tyana kentinde yaşamış olan düşünür “Tyanalı Apollonius”tur. Hindistan’ı gezen Apollonius, özellikle Brahman bilgelerin öğretilerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Apollonius, örnek aldığı Pisagor gibi et yememeyi, yün ve deri giysi giymemeyi ve ihtiyaç fazlası varlığını yoksullarla paylaşmayı prensip edinmişti.
Hristiyanlar, Kapadokya’da ilk yüzyıllarda Romalılardan, ardından 7. yüzyılda Araplardan, 11. ve 12. yüzyıllarda Selçuklulardan ve Haçlı Seferlerinden, sonra ise 13. ve 14. yüzyıllarda Moğol akınlarından saklanmışlardır. Bu kronoloji, bölgenin Hristiyan inancının korunmasında nasıl kritik bir rol oynadığını vurgulamak bakımından önemlidir.
Kapadokya’nın zorlu coğrafi yapısı ve yerleşimlerinin dağınık olması, bölgenin Osmanlı egemenliğine geçişini geciktirmiş olabilir. Sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleştirdiği genişleme politikalarının bir parçası olarak, Kapadokya Türkleştirilmiştir ve demografi değişmiştir. Zaman içinde Kapadokya’da azınlığa düşen Hristiyan nüfus, Osmanlı’nın Balkan vilayetlerine göç etmiştir.
Kapadokya bölgesi kuşatma altındayken, yeraltında yaşamak zorunda kalan insanların çeşitli fiziksel ve psikolojik travmaların yanı sıra sosyal gerilimler yaşamış olmaları muhtemeldir. Görünüşe göre, sağ kalma içgüdüsü ve inançlarını koruma kararlılığı, karanlık, nemli ve dar alanda haftalarca bir arada yaşama gücü veriyordu.
Bu bağlamda, Derinkuyu (eski adıyla Elengubu), 2.800 yıllık geçmişi, 85 metreye varan derinliği, sekiz katlı yapısı ve 20 bin kişilik barınma kapasitesi ile dünyada en iyi korunmuş yeraltı yapılarından biridir. İlginçtir ki, 2013 yılında Nevşehir Kalesi’nin altında keşfedilen yeraltı yerleşiminin Derinkuyu’dan 6-7 kat daha geniş boyutlarda olduğu bildirilmiştir.
Yeraltı kentlerinde sofistike havalandırma şaftları, hastane, okul, mezarlık, yiyecek depoları, mutfaklar, tuvaletler, ahırlar, su kuyuları, şarap odaları, kiliseler ve çeşitli yaşam alanları bulunmaktaydı. Ayrıca, katları birbirinden ayıran taş tekerlek benzeri kapı kilit sistemleri, saldırılara karşı güvenliği sağlamak amacıyla kullanılmıştır.
Yeraltı kentlerinde saldırılara karşı alınan güvenlik önlemlerden biri de katlar arası geçişlerin bilinçli olarak dar, eğimli ve alçak tutulmasıydı. Daracık geçitler, ana girişten girseler bile saldırganların alt katlara ilerlemelerini zorlaştırarak kenti savunanlara stratejik üstünlük sağlıyordu.
Alman teolog Adolf von Harnack’ın “Kapadokya olmasaydı Hristiyanlık da olmazdı” yolundaki önermesi, Kapadokya’nın Hristiyanlığın gelişimi üzerindeki etkisini güçlü biçimde vurgulamaktadır. Bununla birlikte, Hristiyanlığın varlığını sürdürmesini yalnızca bölgenin sağladığı özgün koşullara bağlamak hatalı olacaktır. Farklı sosyokültürel, coğrafi ve siyasi faktörün de katkıda bulunduğunu kabul etmek gerekir.