Leon Troçki ve Frida Kahlo’nun evinde gördüklerim ve öğrendiklerimden dolayı huzursuz geçirdiğim bir geceden sonra ertesi gün Meksiko’nun otobüsle bir saat kadar (52 kilometre) dışında bulunan Teotihuacan antik kentine doğru yola çıktık.
Teotihuacan, Aztek dilinde Tanrıların Yaratıldığı Şehir anlamına geliyormuş. Yolda Meksiko’nun kenar mahallelerinden geçerken buraların Brezilya’daki favelalardan pek farklı olmadığını gözlemledim. Tek farkları orman içerisinde olmamalarıydı. Bu dik yamaçlara kurulmuş mahallelerden kent merkezine gitmek için teleferikler kullanılıyor; sonra otobüs bazen de tren/metroya aktarma yapılıyor. Toplu taşıma ucuz, bizim paramızla 6 TL civarı.
Teotihuacan Azteklerden bin yıl kadar önce altıncı yüzyılda kurulmuş. Parlak döneminde 125-200 bin nüfusa sahipmiş (O dönemlerde İstanbul’un nüfusu 400 bin civarında). M.Ö. 250 civarında kurulan kentte kimlerin yaşadığı bilinmiyor. Yedinci yüzyılda kent terkedilmiş. Onun da nedeni meçhul. Sadece büyük bir yangının izleri var. Bir işgal sonucu mu, isyanlardan mı, kıtlıktan mı, yoksa salgın bir hastalıktan mı bu uygarlık yok olmuş, halen gizemini koruyor. Yüzyıllar sonra bu kenti terkedilmiş halde bulan Aztekler kenti ve halkını sahiplenmişler ve burada yaşamış olanları kendi ataları olarak kabul etmişler. Konuştukları Nauhatul dilinde Teotihuacan adını da onlar vermiş. Kentin asıl sahiplerinin kendilerine ve şehre ne isim verdikleri bilinmiyor. Kullandıkları hiyeroglif bir gün çözülebilirse öğreneceğiz. İşte yapay zekaya bir görev daha…
Teotihuacan gerçekten çok etkileyici bir yer. Ana caddesine Aztekler Ölüler Caddesi adını vermişler. 2.5 kilometre uzunluğunda ve kuzey güney doğrultusunda. İnsan yaşamının normalde 25-30 yıl sürdüğü o çağlarda, ölümle yaşamın bugünküne oranla daha iç içe olduğu düşünülürse böyle bir isim çok yadırgayıcı değil aslında. Uzun caddenin iki tarafında ticari mekanlar ve konutlar yer alıyor. Kentte üç önemli dini yapı göze çarpıyor. Kentin en güneyinde Batık Meydan diye tanımlanan yerdeki Quetzalcoatl (Tüylü Yılan) Tapınağı, Ölüler Caddesi’nin ortalarına denk gelen ve doğusunda yer alan Güneş Tapınağı ve caddenin en kuzey noktasındaki Ay Tapınağı. (Fotoğrafta)
Ay Tapınağı’nın baktığı meydanın güneybatı ucundaki bir yapının üstüne çıkmaya izin veriliyor. Bu sayede kenti tüm görkemiyle görebiliyorsunuz. Görebiliyorsunuz derken, kazılar sonrasında ortaya çıkarılabilen bölümünü kastediyorum, zira şehrin çok önemli bir bölümü hala toprak altında. Her ülke gibi Meksika’da da bu kazıları tamamlayacak para çok kısıtlı. Kent San Juan nehri kıyısında kurulmuş, Ay Tapınağı’nın arkasında ise artık sönmüş olan Cerro Gordo Yanardağı uzaklarda görülüyor.
Ana meydanın sol tarafındaki, zamanında bir ailenin konutu olarak kullanılmış olan bir bina kompleksinin içerisine girdik. Bu evlerde eskiden 80-90 kişilik geniş aileler otururmuş. Binalarda atık su sisteminin de olduğu göze çarpıyor. Kapalı mekanların ortasında avlular da dikkat çekiyor.
Biz Teotihuacan’a giderken rehberimiz, Ölüler Caddesi’nin güneyinin ve orada bulunan Tüylü Yılan Tapınağı’nın restorasyon çalışmaları nedeniyle kapalı olduğunu belirtmişti. Ancak yerel rehberimiz Tilal bizi o bölgeye sokabileceğini söyleyince çok sevindim. Kentin o bölümü de gerçekten çok etkileyiciydi. Surlarla çevrili bir alanın içerisinde geniş bir meydan ve doğu tarafında dev bir piramit. Bu piramitin üstüne çıkmaya izin veriliyordu. Tepesine ulaştığımızda, arkeologların piramidi bilinçli olarak ortadan kestiklerini ve içerisinde adeta ikinci bir piramit bulduklarını gördük. Dış cephesinde Tüylü Yılan (Quetzalcoatl) başta olmak üzere tanrı freskleri vardı.
Gerek bu tapınağın cephesindeki freskler gerekse Teotihuacan’daki binaların cephelerindeki freskler ve muraller zamanında son derece renkliymiş. Geçen yüzyıllar içerisinde renkler kaybolup gitmiş. Ancak geçen hafta anlattığım Meksika Antropoloji Müzesi’nde o dönemki halini canlandırmışlar.
Teotihuacan harabelerinden çıktıktan sonra yemek için mola verdik. Yemek pek ahım şahım değildi ama yanlışlıkla yeşil fasulye niyetine aldığım bir salatanın ne olduğunu bir türlü çıkaramadım. Meğer, soğan ve domatesle karıştırılmış kaktüs yaprakları imiş. Ah şimdi olsa da yine yesem diyebileceğim bir şey değil ama sonuçta yerel bir besin olarak kolaylıkla tüketilebiliyor. Ağız tadımıza uymayan bir şey değil.
Meksika’nın kaktüsten üretilen içkileri de meşhur. Türkiye’de de bilinen tekila dışında agaveden (bir çeşit kaktüs) yapılan iki içki daha var. Bunlardan biri meskal (mezkal). Meskal tat olarak tekilanın biraz islisi gibi. Zaten bu ülkenin yerlilerinin konuştuğu Nahuatl dilinde çok pişirilmiş agave anlamına geliyormuş. Tekila ve meskal %38-40 alkol oranına sahip sert içecekler sınıfına giriyorlar. Gerek tekila, gerekse meskalin içerisine tat veya renk versin diye tırtıl, akrep, yılan da konabiliyormuş.
Pulke (Pulque) ise daha farklı. Yumuşak bir içimi var. Alkol oranı sadece %6. Hafif alkollü, yağı alınmış süt rengi bir içecek. Meksika’da bin yılı aşkın bir zamandır tüketilmekteymiş. Tekila ve meskal tüm Meksika’da bulunurken pulke orta Meksika’ya özgü, ülkenin başka bölgelerinde bulunmuyor.
Meksiko’ya dönüş yolunda kentin hemen girişinde, bir bazilika ziyareti için durduk. Burası aynı zamanda bir hac yeriymiş ve yılın belli günlerinde sadece Meksika’dan değil, tüm Orta ve Latin Amerika’dan hacı olmak için gelinirmiş. Dünyada en çok ziyaret edilen üçüncü dini mekanmış. (Hindistan’ın Kerala Eyaleti’ndeki Sabarimala ilk sırada, Mekke ise ikinci sıradaymış.)
Hikayesi ise enteresan. İspanyolların Meksika’yı ele geçirmesinden 10 yıl sonra, yani 1531’de size daha önce de bahsettiğim İspanya’daki engizisyon hakimi, Meksika’nın sonraki piskoposu Zumarraga zamanında geçiyor. O dönemde İspanyollar, işkence dahil her türlü ikna yöntemini kullanarak yerel halkı Katolik yapmaya çalışıyorlar. Yerel halkın büyük çoğunluğuysa kendi kadim dinlerini pek bırakmaya niyetli değil.
O sıralar göçebe bir yaşam süren Nahua kabilesinden adı Cuauhtlahtoatzin (Konuşan Kartal) olan bir yerli de Katolikliği kabul etmiş ve bu yeni dininden pek etkilenmiş. Yeni adı da Juan Diego olmuş. Diego bir gün Meksiko’nun kuzeyinde Tepeyac Tepesi’nde dolaşırken Meryem Ana ile karşılaşıyor (Belki Meksikalılar gibi Meryem Ana’nın sureti demek daha doğru). Meryem Ana yerli kıyafetinde ve kendisiyle Azteklerin Nahuatl dilinde konuşuyor. Juan Diego’ya bundan sonra onları kendisinin koruyacağını söylüyor ve bulundukları yere adına bir kilise yapılmasını istiyor.
Yeni dininin peygamberinin annesiyle karşılaşan Juan Diego büyük bir heyecan içerisinde Juan de Zamarrago’ya koşuyor ve konuyu açıyor. Zumarraga Meryem Ana’nın yeni Katolik olmuş göçebe bir Aztek’e görünmesine doğal olarak inanmıyor. Ne de olsa görünecek olsa Meryem Zumarraga’ya görünür değil mi?
Juan Diego’ya Meryem ana iki kez daha görünüyor ama Zumarraga Diego’ya bir türlü inanmıyor ve sonunda “bana delil getir” diyor. İzleyen günlerde Juan Diego’ya Meryem Ana son kez görünüyor ve kendisine ’bir bohçaya dağlardan kırmızı gül yaprakları doldur ve Katolik papazlara götürüp önlerinde aç’ diyor. Hikaye biraz daha uzun ama ben kısa geçeceğim. Mevsim kış ve Tepeyac kıraç bir hal almışken Juan Diego tepenin sırtlarında Meksika’da olmayan ve İspanya’da yetişen kırmızı Kastilya gülleriyle karşılaşıyor. Yaprakları toplayıp yine Zumarraga’ya koşuyor. Bohçayı açtığında gül yaprakları yere dökülüyor ve bohçayı meydana getiren çarşafın üstünde bir Meryem silüetinin oluştuğu görülüyor. Meryem Ana beşinci ve son kez Juan Diego’nun ölümcül derecede hasta olan amcasına görünüyor, hem onu iyileştiriyor hem de bundan sonra Guadalupe olarak adlandırılmak istediğini söylüyor.
Sonuçta bu istek de yerine getiriliyor ancak bu kez Katolikler arasında bu olayın gerçek olmadığı, çarşafa resmin Juan Diego tarafından çizildiği, Tepeyac’da Katoliklikten farklı bir din yaratılmaya çalışıldığı, yerlilerin dini ile Katolikliğin birleştirildiği konusunda büyük bir tartışma başlıyor.
Öte yandan, bu tartışmalardan etkilenmeyen yerli halk, toplumda bu mucizenin haberi yayılınca, hızla Katolik olmaya başlamış. Ancak Meryem Ana’nın adı da Guadalupe Bakiresi olmuş. Eski Aztek dininin etkilerini de kapsayan bu Katolik anlayış, bugün bir çeşit Orta Amerika Katolikliği oluşturmuş durumda. O nedenle t24’te yazan değerli edebiyatçı ve eski Meksika büyükelçimiz Oğuz Demiralp, 9 Mart 2024’te, tam da benim Meksiko’da bulunduğum sırada, yayınlanan bir yazısında Meksikalıların dini aslında Guadalupe Bakiresi dinidir diyor.
Yüzyıllar sonra, Juan Diego adını alan Aztek asıllı Cuauhtlahtoatzin’in aziz olduğu 2002’de Vatikan tarafından kabul edilmiş. O artık San Juan Diego, yani Aziz Juan Diego!
Guadalupe’ın İspanya’da kelime anlamı Arapçada Vadi al Lub’dan geliyormuş ve kara çakıllı nehir anlamına geliyormuş. Dini bir anlam alması 12. yüzyılda İspanya’daki Guadalupe nehri kaynağındaki bir Katolik ibadet yeri sayesinde olmuş. O nedenle Katolikler Guadalupe Bakiresi kavramını sonunda kabul etmişler ama Guadalupe’un Orta Amerika’nın yerel halkları için bir açıklaması daha var. Guadalupe’nin Nahuatl dilindeki Caoatlaxopeuh kelimesinden geldiği ve anlamının da yılan-kıran olduğu iddia ediliyor. Yani Orta Amerika’nın kadim tanrısı tüylü yılanı (Quetzalcoatl) öldüren Bakire Meryem! Artık hangisine inanırsanız…
Devam edecek…
Not bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
1.Bölüm: “Türkiye Yüzyılı”nda Meksika yolunda
2.Bölüm: Montezuma’nun intikamı
3.Bölüm: Çapuktepek’in gizemi
4.Bölüm: Müthiş bir kadın: Frida Kahlo