İnsan kimi, neyi ve hangi koşullarda sever ya da sevebilir?
Sevgi hangi ortamlarda ortaya çıkar veya yeşerir? Sevgi ne işe yarar? Bireysel ve toplumsal işlevi var mıdır, varsa nedir? Sevgi duymanın şartı, şartları var mıdır? Sevgi doğuştan içimizde midir yoksa onu sonra mı öğreniyoruz?
Bütün bu soruları sormamıza neden olan ve insanın sevme yeteneğinin kökenini ve koşullarını yeniden araştırma gereği hissettiren bir çağda yaşıyoruz. Bu kavram çok kadim ve çok temel bir kavram olmakla birlikte tıpkı diğer kavramlar gibi kavramsallaştırıldığı haliyle tüm zamanları kapsamaya yetmiyor. Bu da son derece anlaşılır bir şeydir çünkü insan hem çevresini yani doğayı hem kendini sürekli değiştiriyor. İnsan belki de doğayı değiştirmekle kendi insan olmaklığını değiştirdiğinin bilincine yeterince varamıyor.
Peki, kendimizi, kendi arzularımızdaki gidişatın yönünü değiştirebilir miyiz? Değiştirmek ister miyiz? Bunu çabalamaya değer bir uğraş olarak görüyor muyuz? Gözümüzü başkalarından alıp kendimize bakabiliyor muyuz? Bakıyor muyuz? Kimlerle ve hangi niteliklerle ölçüyoruz insanlığımızı? İyilik, doğruluk, zarafet, yardımlaşma nitelikleriyle mi? Para, mevki, makam, başarı ve benzerleriyle mi? İnsan olmanın ölçüsü ne?
Sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz neler? Bunlar üzerinde düşünmeye takatimiz var mı? Örneğin kebabı çok seviyorsunuz. Haftada bir yetmiyor, iki yemek istiyorsunuz. Bunu sorgular mısınız? Bu benim için iyi mi, bu toplum için iyi mi, bu hayat için iyi mi diye sorar mısınız? Ya sizin sevdiğiniz kadın/erkek sizi sevmiyorsa, bundan dolayı üzülmenin normal olması kadar karşınızdaki kişinin sizi sevmemesinin de normal olduğunu aklınıza getiriyor musunuz? Bunu kendinize hatırlatıyor musunuz?
Mesela şu günlerde yer gök sapsarı. Akasyalar, altıntoplar var gücüyle açmışlar, onları, açtıklarını fark edecek kadar seviyor musunuz? Ya da bir gün hepsini kesseler, yokluklarını fark edecek kadar onların farkında mısınız? Hiçbir ağaçla selamlaştınız mı? Yaşadığınız şehrin bir yerinde, her zaman farkında olduğunuz ve görmekten sevinç duyduğunuz, göz göze geldiğiniz bir ağaç, eski bir ev falan var mı? Sevginin türlü türlü halleri vardır. Yaşamanın da. Bu türlü türlü hallerden hangileriyle, kaç tanesiyle halleniyorsunuz.
Bütün bu sorulardan sonra sevgi kavramına yakından bakmayı deneyelim.
“Sevgi tanımakla başlar” diye bir klişe vardır ama klişe oldu diye gerçeğe itibar etmekten vazgeçemeyiz. Tersinden başlayalım. İnsan tanımadığı birini sevebilir mi? Tanımak yakınında olmak, onun türlü hallerine, türlü düşüncelerine, fikir ve görüşlerine tanık olmak demektir. Bu bağlamda tanımak, bilmek demektir.
Akıllara gelebilecek bir soruya hemen cevap vereyim; insanlar aslında hiç yakınında bulunmadıkları, düşüncelerini, olaylar karşısındaki tepkilerini, zihnini, başkalarına karşı tutumunu hiç bilmedikleri ünlüleri, artistleri, pop yıldızlarını, futbolcuları, ideologları sevmiyorlar mı? Hayır sevmiyorlar. Sevgi sandıkları bir duygu halindeler ama o sevgi falan değil. Bu uzaktan ‘’sevilenlerde’’ olan ama kendilerinde olmayan bir eksiği onunla zihinsel ve fiziksel özdeşim kurarak tamamlıyorlar sadece. Bu bir ihtiyaç ve onu gideriyorlar.
Karl Marx’ı Marksistlerden dinlerseniz, o ideolojinin takipçilerinin söylediklerinden ve söyledikleri kadarıyla yetinirseniz, onun özel hayatını, esasen onu insan yapan zafiyetlerini ve kusurlarını bilmez, onu yakinen tanımazsanız aslında olmayan bir insanı sevdiğinizi sanır ve onun zihnine bağımlı olursunuz. Oysa onu özel hayatından, karşıtlarının bakış açısından, onun takipçilerinin yörüngesinden çıkarak kendi çıplak zihninizle okur, öğrenirseniz onu sevme ihtimaliniz olabilir. Sevmek zorunda da değilsiniz o da ayrı mesele. Onu sadece iyi bir düşünür, yaşadığı dönemin ruhunu görüp onu beğenmeyen ve ona alternatif bir hayata bakış tarzını, ideolojiyi yaratan biri olarak değerli bulabilirsiniz. O kadar. Yılmaz Güney’i filmlerinden, kamera önünden izleyerek onun oyunculuğunu beğenebilirsiniz. Sinemaya yaptığı katkıyı önemser ve değer verebilirsiniz. Ona hayran da olabilirsiniz. Ancak bunların hiçbiri sevginin kendisi değildir. Onun hayatını, kamera arkasını, zaaflarını, kusurlarını bilirseniz ve bunlara rağmen yaptıklarını değerli bulursanız hâlâ ona kıymet verebilirsiniz. Ve onu sevme ihtimaliniz de bu noktada doğar. Nasıl? Bütün kusurlarına, zaaflarına, yanlışlarına rağmen Yılmaz Güney’i sevdiğiniz yargısına varırsınız. Onu putlaştırmaz, insanüstü bir yere oturtmaz, dokunulmaz, konuşulmaz, tartışılmaz kılmazsınız.
Biz ancak tanıdıklarımızı sevebiliriz. Tanımadıklarımız, bilmediklerimize karşı hep bir olumsuz duygu besleriz. Onların yanında kendimizi rahat hissetmeyiz. Yabancıdırlar. İyi de günümüz dünyasında insanın insanı tanımaya vakti, sabrı, ihtiyacı, olanağı var mı? Bu soruya geri dönmek kaydıyla sevgi kavramına yakından bakmaya devam edelim:
Bu kavram tarih boyunca gerek bireysel gerekse de toplumsal ve sosyal açılardan birçok bilimci ve düşünür tarafından üzerinde kafa yorulan, çalışılan temel konulardan biri olagelmiştir. İnsanı insan yapan temel özellikler sorulduğunda ilk telaffuz edilenler akıl ve irade sahibi olmak olsa da bu iki şeyi hamlığından kurtaran, olgunlaştıran, akıl melekelerini harekete geçiren, insanın dünyasını zenginleştiren ve fedakârlık, adanmışlık benzeri kavramları ortaya çıkaran sevgidir ve bu yüzden hala araştırma, yazma, düşünme konusudur. Keşke daha çok olsa.
Ancak, yaşadığımız çağın ruhu yani yaşadığımız çağa damgasını vuran değişimler, yaşama biçimleri, var olma tarzları sevginin yeşermesine, gönenmesine, dışarıya taşmasına ya da başka türlü ifade edersek toplumsallaşmasına sanki engel teşkil ediyor, oradan akacak enerjinin toplumu beslemesine engel oluyor. Toplumsal sınıf ve tabakalaşmaların artması, insanlığın giderek bireyselleşmeye ve yalnızlaşmaya yönelmesi, aile ilişkilerinin yıpranıp ve parçalanmaya, dağılmaya başlaması, sevgi ve onunla birlikte tezahür eden diğer insani melekeleri merkeze alan bir eğitimin ortadan kalkması ve yerini korkuya ve isteksizliğe bırakması sevgisiz ortamlarımızı izah edecek faktörlerden sadece bazılarıdır.
Sevgisizliğin yeri boş kalmaz şüphesiz. Hayatın akışında boşluklara yer yoktur. O boşluklar neredeyse hiç beklemeden dolarlar. Silikleşen, giderek unutulan, vazgeçilen, hayatın dışına itilen duyguların yerini çabucak dolduran başka duygular vardır. Gazete başlıklarına, televizyon haberlerine, en çok ahlanıp vahlandığımız olaylara bir göz atmak sevgisizliğin yerini neyin aldığını bize kolayca gösterecektir. Güvensizlik, umutsuzluk, korku, şiddet, saygısızlık, özensizlik, kaba sabalık, empati yoksunluğu… Gerisini siz tamamlayın. Yağma, talan, yalan, dolan. Doymaz bir aç gözlülük ve hırs.
İnsan sevgisinin ve insanlık ülküsünün günümüzde artık gereksiz, işlevsiz bir hal almaya başlaması, kavramsal ve teorik bir anlatımdan ibaret kalarak yaşam pratiğine aktarılamaması, eyleme dönüşmemesi sevginin zayıflamış ve geri plana itilmiş olduğunu bize oldukça açık bir şekilde göstermektedir. Bu durumun insan yaşamı üzerinde ciddi olumsuz etkiler bıraktığını söylememe bilmem gerek var mı. Özellikle insan varlığının değişen yaşam koşullarıyla birlikte duygulardan arınmaya, duygularıyla arasına mesafe koymaya başlamış olması -bunun farkında olup olmamasından bağımsız olarak ki kitleler bunun farkında değildir- giderek kendisine aşkın, yukarda bir yerlerde, değişimin yaratıcıları tarafından kontrol edilen veya en azından yönlendirilen bir robottan farksızlaşmasına neden olmaktadır.
Duygulardan arınmış bir zihnin çalışmasının mekanik bir hal alması kaçınılmazdır. Bu da, bize, hem durumun ciddiyetini gösteren bir gerçekliğin bir göstergesi hem de bize sorular sordurtan bir endişe kaynağı olmaktadır. Endişe ve memnuniyetsizlik ise olup biteni anlama çabasına dönüşmelidir ve dönüşmektedir. Elbette bu konuda gözlem yapan, düşünen, değişende duranı, duranda değişeni bulma kapasitesine sahip olanlar için bu böyledir. Kitleler bu kapsamda olamazlar çünkü kitlenin zihnini yargılarken, suçlarken, düşmanlaştırırken; yalnızlığının, mutsuzluğunun, anlayışsızlığının, duyarsızlığının, öfkesinin ağlarında bir balık gibi takılı kaldığının farkında olamayacak kadar miyoplaşmaktadır. Gerçeklik karmaşık, bulanık, birbiri içinde erimiş bundan dolayı da unsurları ayırdedilemeyen bir bulamaç haline gelmiştir. İnsanın hallerine ve eylemlerine insancıl özü katan, onu şiddetten uzaklaştıran, başka insanlarla bir ve aynı hissettiren duygu sevgi olduğu için de sevmek eylemi tezahür edememekte, hayatın içinde kendine yer bulamamaktadır.
İnsanı ihtiyaçları bakımından ele alan çeşitli yaklaşımlar vardır ve doğal olarak en başa beslenme ve su ihtiyacını koyarlar. Ama bu sadece insan için değil tüm canlılar için geçerlidir. İkinci sıraya ise barınma ve güvenlik ihtiyacını koyarlar ki bu da insana özgü bir ihtiyaç değil tüm canlılar için yaşamsal bir ihtiyaçtır. Genel eğilim üçüncü sıraya sevgi ve aidiyet duygusunun konmasıdır. Eğer biz canlılar için değil de insanlık için konuşacaksak birinci sıraya rahatlıkla sevme ve sevilme ihtiyacını koyabiliriz.
İnsandan başka hiçbir canlıyı sevgisizlik öldürmez. Bizimle yaşayarak giderek bize benzeyen köpek, kedi vb. evcil hayvanlarda bile böyle bir eğilimin gözlendiğini söylüyor bugün bilim ve zaten biz de bunu yaşayarak görüyoruz. O zaman insanı insan yapan en önemli özellik sevme ve sevilme ihtiyacıdır demek neden bu kadar zor bilimciler için. Üzerinde düşünülmesi gereken ciddi bir sorudur bu.
Ve bu ihtiyaç yetişkin olunca da bitmiyor. Bu sefer de hayatla sağlıklı ilişkiler kurabilmek, toplumla uyum içinde yani başkalarının haklarına da saygı duyabilen, onlara karşı sorumluluk hissedebilen insanlar olabilmek için de sevmeye ve sevilmeye ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyaç giderilmediğinde, bu ihtiyacı giderecek bir toplumsal yapı kuramadığımızda ya da kurduğumuz yapıyı koruyamadığımızda ortaya çıkan ortam sevginin yeşermesine müsait olmuyor. Bugünkü gibi.
Bir başka açıdan baktığımız zaman da uzmanlaşma ve iş bölümünün artmasıyla yani endüstri devrimi ile başlayan modern hayatla giderek işin, kariyerin, işteki başarının önemini artırdığını ve hayatın merkezine bunların oturtulduğunu görürüz. Sevgi ihtiyacının bir kenara itildiğini, başkalarıyla kurduğumuz bağların zayıfladığını, aile ilişkilerinin bozulduğunu görürüz. Bütün bunlar da insanın hem ruhsal hem de fiziksel sağlığına kısa veya uzun vadede olumsuz etkilerde bulunmaktadırlar. Örneğin ciddi bir hastalıkla, diyelim ki kanserle mücadele eden bir kişinin yeterince güçlü dostluk, yakınlık ilişkileri bulunmuyorsa, ailesinden yeterince destek almıyorsa o kişinin ağrı, depresyon, yorgunluk arazlarını daha şiddetli yaşadıkları bilinmektedir. Ayrıca bu kişilerin iyileşme ihtimalleri ve iyileşme süreleri de güçlü dostluk, sevgi bağları olanlar ve aile desteği görenlere oranla çok daha olumsuz olarak seyretmektedir. Oysa tam tersi durumda olanlar yani tatmin edici, güvenli ilişkileri olan ve sosyal desteği güçlü olan kişilerin daha çabuk iyileştikleri ve hayatta kalma oranlarının daha yüksek olduğu görülmektedir. Sevginin, şefkatin, ihtimam görmenin insan psikolojisi üzerinde bıraktığı olumlu etkiyi kimse yadsıyamaz.
Dolayısıyla sevgisiz insan sürekli gerilim, üzüntü ve hastalık içerisindeyken sevgi dolu insanın savunma sistemi güçlüdür ve kalbi olumsuzluklara karşı esnek ve dayanıklıdır. Bir başka programda söylemiştim. Nedir bu ani ölümler, neden böyle patır patır ölüyoruz diye sormayın artık demiştim. Bizi öldüren sevgisizlik, ilgisizlik, özensizliktir demiştim. Hala aynı düşüncedeyim. Sevgiyi hayatının tam merkezinde bulunduran insanın hayatı daha doygun, daha huzurlu, daha yaratıcı olarak yaşadığı gerçeğini hatırlamalıyız. Duyguları yani duygusal zekamızı canlı tutmalı, aklımızı sevgiyle yoğurmalıyız. Kuru akıl ancak bir makinenin aklıdır. Duygudan arınmış insan artık insan değildir, o organik bir makinedir. Çeşitli terör eylemlerinde kullanılan, Irak savaşında şahit olduğumuz, işkence yapan, yaparken gülüp eğlenen, esirlerin üzerine işeyen, gözü dönmüş bir şekilde kameralar önünde kafa kesenler organik makinelerdir. Onları bu hale duygularla oynayan ilaçlarla veya eğitimlerle getirmektedirler. Bu insanları kalabalıklar içindeki yalnızlıklarından devşirdiklerine emin olabilirsiniz.
Hayatta tamamen yalnızlaşmış, hiç sevgi görmemiş, hep şiddet sarmalında kalarak büyümüş, öfkesi ile hayatta kalabilmiş insanların da şiddete eğilimli olduğunu biliyoruz. Öfke de bir duygudur ve bazen insanların ondan başka tutunacak direnç noktaları kalmayabiliyor. İşte böyle insanlar üreten toplum artık insani bir hayat için uygun değildir diyebiliriz.
Apartmanlarda, sitelerde, apartman yoğun mahallelerde yaşıyoruz. Yanımızdaki evde ya da üstümüzdeki dairede kalanları tanımıyoruz. Onlarla ortak hiçbir etkinliğimiz yok. Arabasına binen işine gidiyor. İşyerleri de giderek kalabalıklaşıyor ve kozmopolit bir hal alıyor. Tanımadığımız komşu bizim için bir yabancıdır ve tehdit unsurudur. Kim bunlar? Deriz. Güvenemeyiz. İçinde her gün birimizin öldüğü trafikte karşımıza çıkan, arkamızda duran, yolumuzu kesen, yanımızdan süratle geçen herkes ‘’öteki’’ olandır, tehlikeli olandır. İşyerindekiler rakiplerimiz, gözümüzü diktiğimiz mevkiye göz diken hasımlarımızdır. Öyledir çünkü hayatımızın merkezinde ne pahasına olursa olsun başarmak vardır. Yükselmek, daha çok kazanmak. Daha büyük evde oturmak, daha lüks araba sahibi olmak. Hayatımızın merkezinde olan değerler bunlar.
Birey olarak doğuştan her şeye sahip olduğumuza inanıyoruz. Çocuklarımızı da buna inandırıyoruz. Bennn ben olduğum için, bu devletin vatandaşı, bu toplumun bir bireyi olduğum için iyi kazanmalı, iyi yemeli, iyi içmeli, sık sık tatile çıkabilmeli, en güzel arabayı, enn kusursuz asfaltta, tekerleğime taş değmeden sürmeliyim. Bunları doğuştan gelen haklar olarak görüyor bireyci toplumlar. Ki bütün dünya artık bireyci. Bu hakların yanında dikkat ettiyseniz hiç yükümlülükler yok, sorumluluklar da ve hak ediş de yok. Başka insanlar, benden iyi olanlar, benden akıllı olanlar, benden daha yetenekli olanlar, asıl hak edenler diye bir mevhum hiç yok. Herkes her şeyi kendisinin hak ettiğini düşünüyor. Böylece insanların birbirinin gözünü oymasının önünde hiçbir engel, hiçbir gerekçe kalmıyor.
Sevdiğim bir düşünür “ahlak bir ölçek sorunudur” der. O yüzden köylünün ahlakı olur ama mega kentlinin olmaz. Esnafın ahlakı olur ama ne holding sahibinin ne de holding çalışanının ahlakı olur der. Ölçek büyüdükçe ahlak azalıyor demek istiyor. Ben bunu ileri taşıyorum. Ölçek büyüdükçe komşuluk, dostluk, muhabbet azalıyor hatta imkânsız hale geliyor. Herkes tıpkı bir cangılda olduğu gibi kendi postunu kurtarmanın peşinde önüne çıkanı ezip geçiyor. Azını yakından, çoğunu ise uzaktan da olsa tanıyabileceğimiz sayıda insanlardan oluşmalı toplumlar.
Halimize bir bakın. Bugünümüze. Herkes birbirine çamur atmak, birbirinin felaketi üzerine basarak yükselmek, birbirinin utancından kendine ahlak, oy, başarı devşirmek peşinde. Herkes hak edip etmediğine bakmaksızın diploma, titr, statü peşine düşmüş ve emek yerine para vermenin dayanılmaz cazibesine kapılmış. Mesleklerin bir meslek olarak içeriyor olmaları gereken değer tamamen parayla ölçülür olmuş. Başka insanları sevemeyen insan mesleğini mi sevecek? Başka insanları kendi başarısı, yükselişi engel olarak gören insan, hastasını, öğrencisini, müşterisini mi düşünecek, onlara karşı sorumluluk mu hissedecek. Elbette hayır. O yüzden tam olmamızın kaçınılmaz olduğu yerdeyiz. Sevgisizlik cehenneminde.