Yaşamımın ilk yılları annem ve babamla birlikte oturduğumuz Şişli ve babaannem ile dedemin yaşadığı Levent’te geçti. Ancak, 1959 ve 1960 yazlarında Erenköy’e yazlığa gitmemiz de yaşamımın ilk döneminden anılarım arasında yer etmiştir.
Annem ve babamın arkadaşlarından Nejat ve Necla Key’in Erenköy’de ailelerinden kalma birer köşkleri vardı. Şaşkınbakkal’da, Bağdat Caddesi ile Erenköy Tren İstasyonu’na hemen hemen eşit uzaklıkta olan bu iki köşk birbirine çok yakındı. Necla hanımların köşk Tonozlu Sokak’ın kuzey ucundaydı.
1958-60 yıllarında yazın üç ay boyunca ben, annem, babam ve bekar olan teyzem, Necla Hanım’ın annesine ait olan bu köşklerden birinin giriş katında kiracı olarak kalırdık. Üst katta ise Necla Hanım’ın annesi oturmaya devam ederdi. Akşamları genellikle ön bahçede toplanılır, Necla Hanım, eşi ve kızları Gönül de bu sohbetlere katılırdı. Bahçenin sol tarafında bir kuğu heykeli vardı. Ben de, babamın yardımıyla bu kuğunun üstüne oturur hayaller kurardım.
Arkada geniş bir bahçesi olan bu köşkün, beni oldukça ürküten ve annem babam tarafından da uyarıldığım, bir bostan kuyusu vardı. Kuyunun ağzı 3-4 metre genişlikteydi. Evin sahibesi oldukça kilolu bir hanımdı ve yerinden büyük zorlukla ve yardımla kalkardı. O kadar ki, bir gün ameliyat olduğu ve kendisinden yedi kilo yağ alındığı haberi gelmişti.
Nejat Bey’in ailesine ait köşk ise çok daha geniş bir alana yayılırdı. Arazi Şevket Özengin Sokak’tan başlardı. Taş duvarlarla çevrili bu geniş bahçeye kemerli bir kapıdan girildiğinde stabilize bir yolun uzandığını görürdünüz. Bu özel yolu artık belediyeye devredilmiş durumda ve adı Tevfikbey Sokak. Bahçenin içerisinde bulunan Nejat Bey’in babasına ait etkileyici köşke gelmeden önce, bir iki binanın daha yanından geçilirdi. Köşkün arkasındaki bahçe ise çok daha genişti ve minibüs yoluna kadar uzanırdı. 1970’den sonra gerek Nejat beylerin, gerekse Necla hanımların köşkü ve muazzam bahçeleri müteahhitlere verildi ve sıra sıra blok apartmanlara dönüştürüldü.
O dönemde, benim de yakından tanıdığım ebeveynlerimin diğer arkadaşları Dündar Bey ve Ümit Hanım, Samim Bey ve Mizyal Hanım’dı. Samim Göreç eski milli basketbolculardandı, Fenerbahçe, Galatasaray, Altınordu, İTÜ ve milli takımın antrenörlüğünü de yapmıştı. Dündar Bey, Ümit Hanım ve Mizyal Hanım ise benim ebeveynlerim gibi hukukçuydular.
Sonraları, daha başka arkadaşları da benim yaşamımda yer almaya başladı. Tümü de çok sevdiğim kişilerdi. Hepsi göçüp gitti. Hayatta bir tek Ümit Hanım kaldı. 99 yaşında ve dalya yapmaya hazırlanıyor. Ha bir de seçimlerde oy kullanmaya… Sanırım İlmiye Çığ ile aynı partiye oy verecek.
Nejat Bey daha 1940’lı yıllarda, babası Suat Bey tarafından ABD’de Wisconsin’e üniversiteye yollanmış, ekonomi veya işletme dallarından birinde eğitim görmüş biriydi. Ufak tefek, son derece sakin bir kişiliği olan Nejat Bey, o zamanlar adı Sokoni olan, sonra Mobil Oil adını almış (şimdi Exxon Mobil) dünyanın sayılı petrol şirketlerinden birinin Türkiye genel müdürüydü. Annem ve babamla nereden tanıştıklarını bilmiyorum ama Menderes dönemindeki yokluk ve karaborsa dönemlerinde benim mamalarımın gaz ocağında ısıtılması için kendisinin bizim eve jerrycan ile gazyağı getirecek kadar alçak gönüllü olduğu hep anlatılırdı. 1970’li yılların başında kendisini Kemer Valtur’da bir kalp krizi sonucunda erken kaybettik. Cenazesini getirmek de Dündar Bey’e düşmüştü. Bana son tavsiyesi İngilizce öğrenmem ve ileride meslek dilimi geliştirmek için, başlangıçta içeriğini çok az anlasam da, düzenli The Economist okumam olmuştu. O gün bugündür hala okuyorum.
Nejat beyler şehre geldiklerinde ise Bomonti’de güzel bir apartmanın bir dairesinde otururlardı. Biraz çekindiğim babası Suat Bey, loş bir odada oturur, misafir gittiğimizde ortaya çıkmazdı. Ağır romatizmal rahatsızlığı olan bu bey, sallanan veya tekerlekli bir sandalyede otururdu. Beni özellikle yanına götürürler, o da benim başımı okşar, hafifçe gülümserdi. Konuştuğunu ise hatırlamıyorum. Belki konuşma yetisini de kaybetmişti.
Erenköy’e gittiğimiz yazlar, bazı günler öğleden sonra annemle Erenköy Tren İstasyonu’na yürürdük. Orada ben 15.30’da geçen mavi renkli Adapazarı mototreninin, sonra 17.00 sularında Ankara’dan gelen ve hızla geçen kırmızı renkli Boğaziçi Ekspresi’ni izlerdim. Genellikle de biraz gecikirdi. Arada geçen banliyö ve yük trenleri de cabası. Saat 18.00 civarında ise o zaman kara tren olarak çalışan Haydarpaşa-Pendik banliyö treni platforma büyük gürültülerle girer ve içerisinden Divanyolu’ndaki yazıhanesinden dönen babam çıkardı. Avukat olan dedem ve babamın Divanyolu üzerinde, o zamanki adliyenin yan cephesine bakan bir binada yazıhaneleri vardı.
Yine Erenköy’de yazlıktayken bazen yürüyerek Şaşkınbakkal üzerinden denize gidilirdi. Bu aktiviteye, teyzem, Necla Hanım ve benden 4-5 yaş büyük olan kızları Gönül de katılırdı. Hatırladığım kadarıyla birkaç ortak tanıdık da olurdu. Hafta sonları ise babam da mutlaka bize katılırdı. Yol bana bayağı uzun geldiğinden, dönüşte ya babam omzuna alırdı ya da faytonla dönerdik.
Yazlığa gidemediğimiz 1960’lı yılların başında 2-3 kez YWCA’in (Young Women’s Christian Association- Genç Hrıstiyan Kadınlar Derneği) düzenlediği aile kamplarına gittik. Çiftehavuzlar’da yol ile sahil arasındaki bahçeli bir köşkte 15 günlük dönemler halinde düzenlenen bu kamplar, genellikle yazın sonuna doğru Eylül ayında yapılırdı. Zira aynı mekanda, yaz aylarında kızlar için kamp düzenlenirdi.
Kütüklerden yapılan kulübelerde kalınan bu kamplarda, her aile bir kulübeye yerleşir, köşkte ise kahvaltı ve yemek servisi olurdu. Akşamları kamp ateşi yakılır, şarkılar söylenir, eğlenilirdi. Köşkün şadırvan tarzında bir de selamlık bölümü vardı. Denizi kayalık olduğundan pek çekici değildi. Şimdi önünden yaya yolu geçtiğinden, o bölge denizden kopmuş durumda. Zaten bölgedeki köşklerin tümünün bahçesi zamanla blok apartmanlarla doldu. Bazı köşkler ise bu apartmanların arasında hala yaşam savaşı veriyor, bazıları ise yandı, yıkıldı, yok oldu. Yoğun çam ağaçlarıyla kaplı bir korusu olan bu köşke, bugünkü adıyla Cemil Topuzlu Caddesi’ne açılan yeşil büyük bir kapıdan girilir ve ağaçlar arasından geçen toprak bir yoldan ulaşılırdı.
Korunun tüm çevresi yüksek duvarlarla çevrili olduğundan, biz çocuklar sanki Amazon’da dolaşır gibi bu geniş korulukta oynar, çam fıstığı toplar, kırıp yerdik. Kampın mavi gözlü otoriter müdiresinin adı Harika’ydı. Köşk kime aitti, YWCA buraya nasıl yerleşmişti ve biz bu kampı nasıl bulmuştuk bilmiyorum. Büyük ihtimalle kampla ilişkiyi o sıralar Sokoni/Mobil’in Türkiye genel müdürü olan Nejat Bey ayarlamıştı.
Benim kamp hikayelerim bu şekilde bitmedi. Aile kamplarını izleyen bir sonraki yıl, yedi yaşındayken, annemin isteği üzerine, bu kez tek başıma YMCA’in (Young Men’s Christian Association-Genç Hrıstiyan Erkekler Derneği) Tuzla erkek kampına gönderilmeme karar verildi. Bu arada özellikle vurgulayayım, bu kamplarda hiçbir şekilde dini bir aktivite olmazdı.
Kampa, babamın yakın arkadaşı Naci Bey’in Buick arabasıyla gidildi. Bu kez çıplak bir arazide, her birinde ranzalardan oluşan sekiz yatak bulunan ahşap kabinler vardı. Her kabinin bir ağabeyi vardı. Toplam 75-100 civarında çocuktuk. Ben kampın en küçüğüydüm. Neyse ki benim kabinin ağabeyi önceden ayarlanmış, teyzemin gittiği bir Ermeni okulundan öğrencisiydi. Bana kamp sürecinde hep yardımcı oldu, kolladı. O kadar oğlan çocuk arasında en küçük olmak kolay iş değildi yoksa. Yine de çok akşamlar yatakta gizlice ağladığımı hatırlıyorum.
Kampta, İngilizce, okçuluk, yivli tüfekle atış, masa tenisi, yüzme gibi kimisi mecburi, kimisi seçmeli pek çok aktivite vardı. Geceleri yine kamp ateşi yakılıyor, şarkılar söyleniyor, korku veren hikayeler anlatılıyordu. Gece yarısı aniden kampa gelen Mor Adamlar hikayesi hâlâ aklımda.
Futbol sahası da vardı ama ben küçük olduğumdan ve başka yaşıtım bulunmadığından oynamama izin verilmiyordu. Pazar günü başlayan ve iki hafta süren kampta, izleyen pazar günü aile ziyaretleri oluyordu. O ilk pazar annem ve babamı gördüğümde çok sevinmiştim.
İkinci hafta, iki buçuk kilometre uzaklıktaki Tuzla istasyonuna ve köyün içine bir yürüyüş yapmış, temmuz sıcağında gidiş dönüş 5 km’lik yolda toz toprak içinde kalarak geri dönmüştük. Bu işkence, annemin ısrarları sonucu, maalesef bir sonraki sene de tekrarlandı. Neyse ki, bir yaş büyümüştüm o arada. O günden sonra da, 60’lı yaşlarıma kadar, Tuzla’ya bir daha hiç gitmedim. Gittiğimde de Tuzla artık bambaşka bir dünya haline gelmişti.
İstanbul’un Anadolu Yakası 1970’li yıllarda ciddi bir dönüşüme uğradı. Sayfiye semtlerinin yerini yaz kış oturulan mahalleler aldı. Bunda, ilk Boğaz Köprüsü’nün 1973’te açılması büyük rol oynadı. Yoğun yapılaşma, E-5’in arkasına, sonra İkinci Çevre Yolu ve İstanbul-İzmit Otoyolu’nun kuzeyine doğru genişledi.
Eski Anadolu Yakası ise işte böyle çocukluk anılarımda kaldı…
Fotoğraf: Annem ve babamla Erenköy’de Haziran 1958 (Ben 3, annem ve babam 32 yaşında)
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.