Cenovalı Giovan Antonio Menavino 1501 yılında, henüz 12 yaşındayken Adriyatik Denizi’nde Osmanlı korsanları tarafından yakalanır. Osmanlı Sarayı’na satılır ve dönemin padişahı 2. Bayezid döneminde iç oğlanı olarak yetiştirilir.
1514 yılında hizmetkâr olarak götürüldüğü Çaldıran Savaşı’ndan sonra gemiyle Trabzon’dan Sakız Adası’na, oradan da memleketi İtalya’ya kaçmayı başarır.
Menavino birinci elden tanıklıklarla 1500’lerin hemen başındaki Osmanlı Sarayı’nı, âdetleri, günlük yaşamdan kesitleri başarılı bir biçimde anlatır. Menavino dönüşünde henüz çocuk denecek bir yaşta başından geçenleri kaleme alır, doğal olarak anlatımında son derece dikkatsizdir, daha doğrusu özensizdir. Kendince algıladığı bazı olaylarda çarpıtmalara da rastlanır. Ancak bu nitelemeler onun yapıtının önemini azaltmaz.
Menavino ilkin nasıl esir düştüğünü anlatır, hem de babasıyla beraber. Babasının yönetimindeki geminin korsanlarca ele geçirilişini ayrıntılı biçimde dile getirdikten sonra 2. Bayezid tarafından nasıl karşılandığından söz eder. Sultanın çocuklara nazik ve sevecen tavırlarını okuruz Menavino’nun satırlarında, sonra da hareme girişlerini anlatır yazar. Bayezid’in hareminde 160’tan fazla kadının bulunduğunu öğreniriz ondan. Tabii bu arada altı yaşındaki, on iki yaşındaki Hristiyan çocukların esir alındıklarını ve satıldıklarını da görürüz.
Menavino Sultanın huzurunda
Haydi başlayalım…
“Bizi görünce yüzünde mesut bir ifade beliren Sultan, Kemal adlı korsan ve diğer kaptanların bu hediyesinden dolayı büyük bir neşeye kapılarak onlara nezakette bulundu. Bizi Sultan sarayı dahilinde kendisinin de bulunduğu bir yerde kabul etti. Burada Büyük Türk kendi huzurunda Türk ādetlerine sadık kalarak yerde yemek yememizi emretti. Lâkin ben onların ādetlerini henüz bilmediğimden ve ayrıca orada hiçbir sandalye olmadığından bana en lezzetli görünen yiyecek dolu tabaklardan birini alarak yakınlardaki bir merdivene oturdum. Bunu gören Büyük Türk ve etrafındakiler kahkahayı bastı.
Yemek bittikten sonra rehber bizi çağırdı ve bizim İtalya’daki meseleleri tetkik etmeye başladı. Ben hem korkuyla hem de hayretle onların kötü düzenlenmiş âdetleriyle mukayese edildiğinde bizim yaşayışımızın ne kadar farklı olduğunu düşünüyordum. Rehber bize evvela okuma bilip bilmediğimizi sordu. Ben ve diğer bir arkadaşım (kendisiyle beraber iki çocuk daha saraya satılmıştı, M.G.) hemen evet diye cevapladık. Üstelik sadece okuma değil yazmayı da iyi biliyorduk. Ama altı yaşını henüz tamamlayan öteki çocuk, daha doğru dürüst konuşmasını bile bilmiyordu.
Sultan bu işe çok şaşırmıştı ve onun yanında bulunan bazı asiller henüz 12 yaşında olan bizlerin bu seviyede lisan bilgisine sahip olmamızı imkansız buluyorlardı. Lakin Sultan bunun kendilerince münasebetsiz ve mucizevi bir şey olmadığını söyledi. Çünkü Hristiyanlar ve bilhassa Toskana memleketi ahalisi sevkıtabii (içgüdüsel, M.G.) olarak fevkalâde zeki insanlardı. Bunun sebebi ise çok küçük yaşlarda ihtimamlı muallimler tarafından disiplin altına sokulmalarıydı. Meselelerin üstadı tecrübe olduğundan bunun doğru olup olmadığını görmek için zekice bir prova yapmak istediler. Kağıtlar ve hokkalar hazır olunca beni uzak bir yere oturttular ve arkadaşıma kralın emriyle rehberin söylediği şeyleri yazdırttılar. Sonra onun yazdıklarını saklayıp aynı şekilde beni çağırdılar. Benim yazarken öteki gibi yazmadığımı söylediler ve Yahudilerin yaptıkları gibi ters taraftan başlamadığımı gösterdiler. Bunun üzerine onlara Yahudi olmadığımı ifade ettim. Yahudi olmadığımdan onlar gibi yazmamın mümkün olmadığını ilave ettim. Bundan dolayı bunu bizim bir yazı yazma itiyadımız olarak kabul ettiler.
Onların arzularını yerine getirdikten sonra arkadaşıma yazdırdıkları budalaca şeyleri bana ve bana yazdırdıklarını da ona okuttular. Açıkçası bunu, yazdıklarımızın sahte olup olmadığını kontrol etmek için yaptılar. Az sonra Sultan, kilercibaşı adı verilen bir haremağasına, bizi bazı yeğenlerinin bulunduğu kadınların haremine götürmesini emretti. Burada bir odun sobasında ısıtılmış sıcak suyla ve kokulu otlarla hepimizi bir güzel yıkadılar, haremağasının akrabalarının giydiği en zengin elbiseleri bize giydirdiler. Sonra haremağası Büyük Türk için bize hürmetkâr bir selamlama yaptırttı.
Haşmetli sultana sırtımızı dönmeyelim diye onların âdeti gereğince bizi geri geri yürüttü. Böylece bizi güzel kadınların sarayına götürdüler. Saraya gelince bütün kadınların ayağa kalktıklarını gördük. Onlara yakışan bir nezaket ve zarafetle haremağasının önünde hürmetle eğilerek ona ne emrettiğini sordular. O, Sultan’ın arzusunu beyan edince sayıları 160’ı geçen kadınlardan bazıları diğerlerinin huzurunda vazifelendirildi. Bu kadınlar bizi anadan doğma çırılçıplak soydu ve diğer kadınların yanından geçirerek hamamlara götürdüler. Elbisesiz ve çıplak kaldığımız için utançtan yerin dibine girmiştik. Hatunların hepsi Hristiyan kızları olup sarayın bu kısmı onlara tahsis edilmişti. Bakire olmayan giremezdi buraya. Burada bizi hemen yıkadılar ve sonra altımıza kırmızı kadife, üstümüze yeşil Şam işi saten olmak üzere süslü elbiseler giydirdiler. Aynı zamanda üç karış uzunluğunda Türk usulü sırma kumaştan askılar da ilave ettiler…
Büyük Türk’e teşekkür etmek için geri dönüp sadakatle elini öptük. Sultan işaretlerle ve bildiği birkaç İtalyanca kelimeyle bize, bizim oralarda bu çeşit elbiseler giyilip giyilmediğini sordu. Hayır, diye cevap verdik. Bunun üzerine bizim, onun önde gelen asillerine benzediğimizi söyledi.”
Osmanlı’nın hastaneleri ve “evlilik sözleşmesi”
Menavino anılarında Kuran’dan da bolca söz eder. Onun Kuran’ı ve Osmanlı yasalarına uygulanma şeklini nasıl algıladığını görürüz satırlarında. İmaretleri, hastaneleri ve hastalara nasıl davranıldığını da anlatır yazar.
“…İmaretin başka bir tarafında hastalar için yataklar tertip edilmiştir. Burada büyük bir ihtimamla sanki kendi evlerindeymiş gibi onların sıhhatleriyle alâkadar olunur ve iyileştikleri zaman evlerine gönderilirler. Öte yandan cüzamlılar için de yataklar vardır. Bunlara yukarıdakilere gösterilenden az olmayan bir ihtimamla bakılır. Hatta şahıs ne kadar çok muhtaç vaziyetteyse merhamete o kadar çok layık görülür… Bunlar arzu ettikleri kadar burada kalır. Hastanelerde ilaçlar, tabipler ve hastaların idaresiyle vazifelendirilmiş din adamlarının evleri vardır. İlk iki hastanede Sultan Mehmed ve Sultan Bayezid gömülmüştür. Onların mezarlarını buraya yapmışlar. Zira buraya gelip yemek yiyenler, yemekten sonra onların ruhları için de Allah’a dua eder…
İki hastaneden başka bunlara benzer dört hastane daha mevcuttur. Bir tanesi Sultan Mehmed zamanında Davut Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Ötekisi Mehmed Paşa, üçüncüsü Ali Paşa ve sonuncusu da Sultan Bayezid zamanında Mustafa Paşa tarafından yapılmıştır. Mustafa Paşa hastanenin yapımı bittikten sonra efendisini şahane bir yemeğe davet etti. Bu yemekte pek çok gençle beraber ben de bulundum.”
Menavino ilginç bir ayrıntı da verir halkın yaşamıyla ilgili olarak. Nikâhlanma tabii ki kadının huzurunda gerçekleşir ancak bugün kıyılan imam nikahlarından farklı olarak alınan başlık parası da kayda geçirilir.
“…nikahla birleşen bütün kadınlar ve erkekler müsaade için evvela kadıya gider. Zira kadı zevc ve zevcenin isimlerini, nikâhın kıyıldığı ay ve günü, nikâhın hangi şartlar ve vaatlerle yapıldığını, alınan başlık parasını yazılı olarak kaydeder. Bunun da sebebi zaman içinde karı koca arasında herhangi bir ihtilaf olma ihtimalidir. Bu iş için kadıya bir veya daha fazla düka altını, nikâhla birleşen kişilerin sosyal mevkilerine göre verilir.”
Eğer Menavino’nun bu anlattıkları doğruysa bir nevi evlilik sözleşmesi denebilecek bir “şey” Osmanlı’da kadılar yani devlet tarafından yapılıyormuş. Devlet kadının hakkını (tabii erkeğin de) kayıt altına alıyormuş.
Menavino Osmanlı’nın ne yediğini anlatıyor
“Bizdekine benzeyen ekmekle beslenirler, domuz hariç her çeşit eti, umumiyetle kızartılmış olarak yerler (ateşte kızartma olarak anlayın, yağda değil tabii ki, M.G.). Çorbalarında diğer gıdalardan ziyade pirinç kullanırlar. Nadiren zerzevat (sebze, M.G.) yerler. Zira zerzevatın karında insanın kanını aldığını söylerler. Şeker, turp ve daha ziyade beyaz lahana yerler. Görünüş ve lezzet bakımından birbirinden farklı enva-i türlü buğday çorbası içerler. Pek balık yemezler. Balıkla beraber şarabın münasip olduğunu, zira su içilecek olursa balığın midede yaşamaya başlayacağını söylerler. Bizim gibi bol bol meyve yerler. Armut hariç umumiyetle meyvelerin kabuğunu soyarlar. Sıhhat bakımından diğer yemeklerden evvel armut yemenin faydalı olduğunu iddia ederler. Yedikleri şeylerin miktarı kendilerine zarar verince tek sayıda şeftali çekirdeği kullanırlar. Çatal veya çubuk kullanmazlar. Üç parmakla yerler, Araplar ise beş parmak kullanır. Üç parmak kullanmalarının sebebi onlara göre şeytanın iki parmağıyla yemesidir. Yemeğin bidayetinde (başlangıcında, M.G.) Bismillahirrahmanirrahim derler. Göğü, yeri ve diğer bütün şeyleri yaratanın adıyla demektir. (Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla anlamına gelir bu sözcük, M.G.) Ekmeği bıçak kullanmadan parçalarlar, terziler gibi halılar üzerine oturarak yerde yemek yerler.”
Ne içerler?
“… Müslümanlar umumiyetle su içer. En zenginleri şerbet veya içinde hakiki şeker çözülmüş su içer. Bazen suda pişmiş elma, temizlenmiş kuru üzüm ile su içerler ve sakız çiğnerler. Yazın da kışın da böyle yaşarlar. Kışın soğuk su dokunmasın diye içine kömür atıp sonra içerler.”
Levent denilen gençlerin eğlenceleri
Menavino Türkiye’de levent denilen gençlerin nasıl eğlendiklerini anlatırken içki olayı ortaya çıkar. Büyükler veya dindar olanlar diyelim yukarıdaki gibi yiyip içerken gençlere gelince durum değişmiş görünüyor.
“Levent denilen gençlerin çoğu zanaatkârdır. Her bir zanaat dalının bir reisi vardır; gençler yapmaları lazım gelen her şeyi gidip onunla istişare ederler. Reis onlara nasihat eder, akıl öğretir, azarlar ve bazen de hak ettikleri gibi cezalandırır. Bu gençler bize göre pazar günü olan cumadan cumaya gece gündüz çalışır. Fakirlik içinde yaşayanlarda bu çalışma bir ādet olup aileleriyle beraber hayatlarını idame ettirecek bazı şeyleri kazanmak için şarttır. Cuma günü hepsi leventbaşının evinde buluşur ve hep birlikte gidip eğlenmeyi kararlaştırır. Daha sonra aileleri ve reisleriyle birlikte yola çıkarlar; et ve yiyecek başka şeyler alırlar. Bazanaa denilen ve aradıkları her şeyi hazır olarak buldukları bir meyhaneye giderler. Burada pirinç, darı ve dövülmüş arpadan yapılmış ve şarap gibi insanı sarhoş eden içkiler içerler. Burada herkes meyhanelerde âdet olduğu üzere muntazam bir tarzda masaya oturur, yerde yemek yemezler. Reise münasip bir hürmetle onu ortalarına alırlar. Yemeklerini bütün gün gece yarısına kadar sofradan kalkmadan yerler. Ancak yedikleri fazla yiyecekleri boşaltmak veya idrar yapmak için (bizim hayvanlarımızın yaptığı gibi) masadan kalkarlar. Bazen hep beraber bazı çalgılar çalarak ilahiler okurlar. Reis mütemadiyen ‘berhüdar olasın’ der. Yani Allah sizi korusun, lütfunu sizden eksik etmesin, hep böyle neşe içinde olun, demektir bu. (Bu deyim ‘çok yaşa, mutlu olasın, güzel günler göresin’ anlamına gelir, M.G.)
Gece olunca on kişi masada elli mum yakar. Eğer biri bunları söndürecek olursa herkes ‘bir gavur ölüsüne otuz meşale’ diye bağırır. Yani her bir müteveffa Hristiyan için ona refakat etmek üzere otuz adet meşale yakılacak. Orada bulunanlar ise çok daha fazla meşale yakılmasını ister. Gece yarısı olunca herkes kalkar, her birinin elinde bir mum reise refakat eder. Sonra da uyumaya giderler. İşte bu, bir günün tadını çıkarmak için altı gün soğan ekmek yiyerek yaşayan leventlerin eğlencesidir.”
Menavino’nun bu anlatımları sanki genel değil de özel bir güne ait gibi görünüyor. Bütün leventlerin böyle eğlendikleri sonucunu çıkarmadım ben bilmiyorum belki de hepsi böyledir.
Yavuz’un babasını öldürttüğünü 1. ağızdan dinleyelim
Menavino, 2.Bayezid’in tahtı Selim’e zorla devrettikten sonra Edirne’ye doğru yola çıkarken yanına aldığı beş hizmetçi gençten biridir. Yani günün tüm haberlerine birinci elden tanık olma imkanı vardır. Olayı bir de ondan dinleyelim.
“Sultan Bayezid başkalarının tahrikiyle iktidarı Selim’e devretmişti. Yanına beş yüz adam ve aralarında benim de hizmetinde bulunduğum beş genci aldı. Dört çuval akçe, iki çuval düka altını, mücevher dolu bir sandık, çadırlar ve ev eşyalarıyla bir sabah erkenden (gözyaşları içinde) hareket etti ve ağır adımlarla Dimetoka’ya gitmek için Edirne’ye doğru yola koyuldu. Dimetoka’da yaşayacak ve kendisine oranın gelirinden bin düka altını verilecekti. Sultan Bayezid’in hareketinde Sultan Selim şehre iki mil uzaktan ona refakat etti ve sonra müsaade isteyerek İstanbul’a, saraya geri döndü.
Bayezid kendi keyfine göre günde beş altı mil yol alarak ilerlemeye devam etti. Henüz fazla uzaklaşmamışken çadır kurdurarak kırlarda konakladı. Bunu öğrenen Selim’in aklına yeni bir düşünce geldi. Kendisi kardeşiyle savaşmak üzere İstanbul’dan ayrıldığında pederi tekrar şehre dönebilir yeniden tahtı ele geçirebilirdi. Bu yüzden başka bir hâl çaresi göremediğinden onu zehirlemek için bir plan yaptı. Bayezid’in Usta Rabi adlı hekimine ona zehirli bir ilaç vermesini emretti. Elmas tozu veya öyle başka bir karışımlardan ibaret bir zehir olmalıydı ki babasının hayatta kalma şansı olmamalıydı.
Ona günde on düka altını vereceğini vaat etti. Eğer hekim bunu başaramazsa onu öldürecekti. Hekime ilacı gönderdi ve onu Bayezid’e verir vermez derhal İstanbul’a kaçmasını bildirdi. Hekim ölüm korkusuyla ve vaat edilen paranın arzusuyla ilacı aldı ve onu altın bir kupaya koydu. Sultan Bayezid’in bulunduğu yere giderek ertesi sabah ona çok iyi gelecek, çok sakinleştirici bir ilaç vermek istediğini söyledi.
Sabah efendisi henüz uyurken odaya geldi ve kupayı sandalyenin üzerine koydu. Sonra efendisi uyanana kadar pek çok defa çadıra girip çıkarak dolaştı durdu. Aradan epey zaman geçip de Sultan’ın uyanmadığını görerek vakit geçtiğini ve gündüz olduğunu öne sürerek onu uyandırdı. Ona ilacı almak isteyip istemediğini sordu. Bayezid almaktan memnun olacağını söyledi. Hekim daha evvelden zehre karşı koruyucu şeyler alarak ilacı kendinde deneyip zararlı olmadığına Sultanı inandırdıktan sonra ilacı ona verdi. Bizlere de terleyene kadar onu su vermememizi, üstünü örtmemizi tembih etti. Sonra da kaçıp gitti. Bu arada Bayezid acı çekmeye başladı, midesi bulandı ve kustu ve bu hayattan göçüp gitti”…
Bayezid’in ölümünden sonra Menavino ve diğer dört genç yas tuttukları için cezalandırılır.
“Sultan Selim, biz beş genci siyah elbiseler giydiğimizi görerek öfkesinden sarayda hapsettirdi. İki genci öldürttü. Geri kalan üçümüz Selim’in kızlarından ve paşalardan af isteyerek hapisten çıkabildik. Eşyalarımızı ve paralarımızı bize vermediler…
Selim hekimin zahmetine mükâfat olarak huzurunda onun başını kestirdi ve ‘aynı durumda başka biri benzer bir şey isteseydi aynısını yapardım’ dedi.”
Osmanlı sarayı pek tekin bir yer değilmiş galiba.
Herkese keyifli günler dilerim.
Görsel: Sultan 2.Bayezid
Venedikli ressam Paolo Veronese (1528-1588) tarafından 1560’larda çizilmiş portresi. Kaynak: Wikipedia
Yararlanılan kaynak, Giovan Antonio Menavino, Türklerin Hayatı ve Ādetleri Üzerine Bir İnceleme, Dergâh yayınları