“Rusya Kızgın Değil; Odaklanıyor…” Rusya’nın Kırım Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından uluslararası profilini düşürmesinden sonra, 1856’da Rus İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanı Aleksander Gorçakov tarafından ortaya atılan bir Rus aforizmasıdır bu.
Gerçekten de Rusya inişler çıkışlar yaşayan ama her seferinde “odaklanarak“ kendini yenileme becerisine sahip bir ülke.
Rusya’nın son dönemdeki yükselişini ve Ukrayna krizinin gündemde olduğu günümüzde bu ülkenin davranışlarını anlamak için onun kendini nasıl algıladığını, jeopolitiğini, Rusya’yı Sovyet sonrası dönemde dönüştürmeyi başaran Putin’i ve onun “Putin Doktrini” olarak adlandırabileceğimiz politika önceliklerini anlamamız gerekiyor.
Bu inişli çıkışlı tarihî seyir, süreçte Rusya’nın kendisi ve dış dünya ile ilgili algısını şekillendiren bazı duygular gelişmiştir. Bunlardan ilki, Rusya’nın özel misyonuna ilişkin inançtır. Ruslar her zaman, Rusya’nın miras olarak üzerinde hak iddia ettiği Bizans’a kadar uzanan özel bir misyonla sürekli bir uyum içinde yaşama duygusuna sahip bir halk olmuştur.
Özel bir misyona sahip olma duygusu, Rusya’nın halkını ve liderlerini gururla donatıyor, aynı zamanda Rusya’nın benzersizliğini ve önemini vurgulayarak Batı’ya olan kızgınlığı da körüklüyor. Böylece göreceli ekonomik gerilik ikinci planda kalıyor ve kurumsal ayrışmaya psikolojik yabancılaşma da ekleniyor. Bu duygu Rusya’nın resmî ittifaklarının azlığına ve uluslararası organlara katılma konusundaki isteksizliğine de katkıda bulunmaktadır. Sonuç olarak, Rus elitleri, bir yandan Batı ile daha yakın ilişkiler içinde olma arayışı ve diğer yandan hissettikleri aşağılamaların öfkesi arasında salınmaktadır.
Rusya’yı ve Rus zihnini şekillendiren bir başka duygu ülkenin eşsiz coğrafyasından kaynaklanmaktadır. Bu büyük coğrafyada Doğu Asya, Avrupa ve Orta Doğu’daki çalkantılı gelişmelerle beslenen Rusya, tarihi boyunca kendini hep savunmasız hissetti ve bu duygu ile bir tür savunma saldırganlığı sergiledi.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı güçler ve Sovyetler Birliği arasında başlayan siyasî, ekonomik, kültürel, teknolojik ve askerî küresel rekabette Sovyetler Birliği kaybetti. Mihail Gorbaçov’un Kremlin’i zarifçe boyun eğmeyi seçti.
Ocak 1992’de, Sovyetler Birliği’nin resmen dağılmasından yaklaşık bir ay sonra, ABD Başkanı George H. W. Bush “Birliğin Durumu” konuşmasında bu konuda şöyle söyledi: “Tanrı’nın lütfuyla, Amerika Soğuk Savaşı kazandı“.
Ama Rus yetkililer, kendi bakış açılarıyla tam olarak ne olduğu hakkında hiç bu kadar net bir açıklama yapmadılar.
Ama bu netice Sovyet sonrası Rusya’nın asla gerçekten kabul etmediği bir şey oldu. Rus liderlerin hepsi bir konuda anlaştılar: 1992’den sonra ortaya çıkan “Yeni Dünya Düzeni“, Mihail Gorbaçov ve diğer reform görüşlü Sovyet liderlerinin “Soğuk Savaş”ın en kötü sonuçlarını önlemenin mümkün olan en iyi yolu olarak öngördüğüne hiç benzemiyordu.
Batılı güçler ve Rusya arasındaki gerginlik bu anlamda sadece Suriye ve Ukrayna’daki olaylardan değil, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya düzeni için ne anlama geldiği konusunda devam eden bir anlaşmazlıktan da kaynaklanıyor.
Amerikalılar ve diğer Batılılar için Sovyet çöküşünün anlamı basittir: ABD “Soğuk Savaş”ı kazandı ve dünyanın tek süper gücü olarak hak ettiği yeri aldı, Sovyet sonrası Rusya ise Washington liderliğindeki savaş sonrası liberal uluslararası düzene kendini entegre edemedi ve etmekte direniyor.
Ruslar elbette olayları farklı görüyorlar. Onların görüşüne göre, Rusya’nın şu andaki durumu, ABD’nin Rusya’yı geri tutmak ve kendisine yakışan statüsünü geri kazanmasını engellemek için yürüttüğü hiç bitmeyen bir kampanyanın gayrimeşru sonucudur.
Rusya açısından, 1999’da NATO’nun Kosova savaşına müdahalesi kritik bir dönüm noktası olmuştur. Birçok Rus NATO’nun Moskova ile yakın ilişkileri olan Sırbistan’a yönelik bombardımanları karşısında dehşete düştü.
Bu anlamda Rusya’yı alarma geçiren sadece NATO’nun genişlemesi değil, NATO’nun dönüşümü olmuştur. Rusya’ya göre artık NATO müttefiklerin “Soğuk Savaş” sırasında savunduğu gibi bir savunma ittifakı değil bir saldırı ittifakı hâline gelmiştir.
ABD kaslarını esnettikçe ve NATO daha saldırgan bir örgüt hâline geldikçe, Rusya kendisini garip bir konumda buldu. Bir süper güç olan Sovyetler Birliği’nin kapasitelerinin neredeyse tamamına sahip ama aynı zamanda eski düşmanlarının merhametine ve finansal desteğine bağlı bir ülke olarak sistematik bir düşüşün üstesinden gelmek zorundaydı.
Küresel dengelerde yerini arıyor
ABD ve Avrupa, Putin öncesinde de Kremlin’in özellikle Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve özellikle Ukrayna’nın Rusya’dan ayrılmasına dayanan şikayetlerini dikkate almayı sürekli reddetti. Putin, Sovyet çöküşünü “yirminci yüzyılın büyük bir jeopolitik felaketi“ olarak nitelediğinde, aslında 1990’dan sonra 25 milyon Rus’un kendilerini bir anda Rusya dışında bulmasına ağıt yakıyordu.
Bu bağlamda 12 milyon Rus’un kendilerini yeni Ukrayna devletinde bulmalarını sürekli eleştirdi. “Rusların ve Ukraynalıların Tarihî Birliği Üzerine“ başlıklı makalesi yakın zamanda tüm Rus birliklerine dağıtıldı. Putin daha önce bir makalesinde de “Ukrayna’nın Rusya’ya karşı bir sıçrama tahtasına dönüştürüldüğünü“ yazmıştı.
Bu kayıp anlatısı, Putin’in özel bir endişesine bağlıdır: NATO’nun, sadece Sovyet sonrası devletleri kabul etmek veya yardım etmekle yetinmeyip, sonrasında Rusya’nın kendisini tehdit edebileceği fikri. Putin bu fikri doğrultusunda, rutin olarak küresel düzenin Rusya’nın güvenlik kaygılarını görmezden geldiğinden şikayet ediyor.
Tarihe bakıldığında bu endişe hiç de yersiz görünmüyor. Ne de olsa Rusya, Batılı güçler tarafından defalarca işgal edildi. Putin bu tarihi, Rusya’nın sınırlarına yaklaşan NATO altyapısıyla ilgili mevcut endişeleri ve Moskova’nın güvenlik garantisi talepleri ile ilişkilendiriyor.
Rusya Devlet Başkanı’nın davranışları temel olarak, bu “felaket“ olarak nitelendirdiği Sovyetlerin dağılmasının sonuçlarını ve hissettiği güvenlik endişelerini ortadan kaldırmaya yönelik olarak, başlangıçta çok net olmayan ama zaman içinde daha çok geliştirdiği bir dizi dış politika ilkesi tarafından yönlendiriliyor.
“Putin doktrini“ olarak adlandırılabilecek bu ilkelerin temel hedefi, Batı’nın Rusya’ya Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi, “kendi bölgesinde özel hakları ve her ciddi uluslararası meselede söz hakkı olan, saygı duyulacak ve korkulacak bir güç“ olarak davranmasını sağlamaktır.
Dr. Hasan Canpolat (tasam.org)
Makelenin tamamını okumak için tıklayın
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.