Hatıra dediğimiz şey insanın kişisel tarihidir ve ne bireyler ne de toplumlar tarihsiz var olmamışlardır bugüne kadar, olabilemezler de.
Bilinç sahibi olmanın getirdiği bir ayrıcalıktır bu. Bilinciniz varsa zaman duygunuz vardır ve zaman duygunuz varsa geçmiş, bugün ve gelecek kavramlarınız vardır. Böyle bir yaşamak ise düpedüz hatıra biriktirmek demektir. Buna ek olarak bilinçli olmak ve zaman duygusuna sahip olmak ölümlü olduğumuzun idrakine varmak demektir. Bütün bunlar sadece insanın sahip olduğu bir varoluşun özellikleridir. Başka türlü söylersek, insan olmak bilinçli olmak, kişisel ve toplumsal tarihe sahip olmak, ölümlü olduğunun farkında olmak demektir.
İnsan olmanın ne demek olduğunu ya da insanı diğer canlılardan ayıran, onu biricik yapan temel özelliklerini yeniden hatırlamanın ve belki de yeniden tanımlamanın gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Çünkü kişisellik, bir şahsiyet sahibi olma, kendi kişisel tarihini oluşturma iradesinden giderek uzaklaşıyoruz. Kişisellik iç dünya gerektirir. İnsan bir iç dünyaya sahip olmadan nevi şahsına münhasır olamaz. Ve böyle insanların toplum içinde çok olmasıdır arzu edilen. Toplumun sosyokültürel kaidesini onlar oluştururlar çünkü.
Bugün gündelik hayatımıza hâkim olan davranış ve alışkanlıklarımıza baktığımızda bireyin iç dünyasını zenginleştiren ya da zenginleştirmesine olanak sağlayan, en azından böyle bir eğilime sahip olan bireyi destekleyen bir atmosferin hâkim olduğunu söylemek çok zor, hatta imkânsız. Tam tersine bireyleşme, bireyselleşme, bireycilik, bireysellik, bireyselcilik vb. kavramların kullanılma şekline yakından bakarsanız toplumsallaşmanın ve bu toplum içinde nevi şahsına münhasır olmanın yani şahsiyet olmanın değil birbirine benzeyen neredeyse aynılaşan bireylerin oluşturduğu bir sürü toplumu olmanın desteklendiği görülecektir. Şahsiyetlerin daha çok olduğu ve toplumu etkilediği, aydınlattığı, başka türlü bir bakış açısı, başka türlü bir yaşama biçimi, başka türlü bir insanlık ve dünya algısı sunabilen geçmişi bugüne taşıyamadık gibi görünüyor. Oysa değişim ancak geçmişin temel taşlarını geleceğe taşımayı başarabildiğimiz ve korunması gerekeni koruyabildiğim, geride bırakılması gerekeni bırakamadığımız zaman onu en azından şimdiki zamana uyarlayabildiğimiz, reforme edebildiğimiz takdirde iyi olabilir. Her yeni iyi değildir. Tıpkı eski olan her şeyin iyi olmadığı gibi. Burada ölçü çağ’dır. İçinde bulunulan zamanın ruhudur.
Önceleri oyundan, okuldan, işten, çarşı pazardan, ovadan, ahırdan, tarladan, harmandan “eve” dönüyorduk. Ev, insanın iç dünyasının hakikatine en yakın olarak tezahür ettiği/edebileceği mekândır. İnsanın iç dünyası aslında hakikati, önce kendi bedeninde sonra da evinde tezahür eder. Bütün bunların tezahür edebilmesi içinse içsel dünyaya sahip olmamız gerekir demiştik. İnsanın kendi içine bakması, başka insanlara bakarken onlarda sevdiği ve sevmediği ne varsa kendinde onu araması ve buldukları ile bulmadıkları üzerinde düşünerek kendini tanıması demektir. Yani, kendimizi ararken dışarı/başkasına bakmak zorundayız. Ama sonrasında düşünmek ve zaman zaman geride kalmış bu düşünce yumaklarını açıp yeni kendimizle onu tekrardan analiz etmek gerekir ki bu düşüncenin kendi üzerine katlanması demektir. Bu mecburiyet bizim başkaları, ötekiler olmadan kendimizi bulamayacağımız, kendimizi inşa edemeyeceğimiz hakikatini faş eder.
Ancak, okuldan, işten, AVM’den evine değil ama “daire”sine, “villa”sına, “gecekondu”suna, “TOKİ apartmanı”na, “site bloku”na dönen insan bir iç dünya oluşturamaz. Bir kere iç dünyanın olması için bir dış dünyanın da olması gerekir. Oysa doğa, kır, ahır, harman, orman, bakkal, dükkân vb. bir toplumsallıkla sarmalanmış bir dış dünya iken, AVM, site, yığma apartman, TOKİ, blok binalardan oluşan bir kentin insan imgeleminde uyandırabileceği dış dünya imgesi tamamen bireyseldir ve toplumsallıktan uzaktır. Bu dış dünya toplumdan değil birbirine sadece dış görünüş olarak benzeyen ama ortak bir sevinçten, ortak bir matemden, ortak bir gelecek ülküsünden, ortak bir geçmişten tamamen azade insan teklerinden oluşmaktadır ve herkes ötekine yabancıdır. Hatta neredeyse herkes ötekine düşmandır.
Bu dış dünya tekinsizdir. Belirsizdir. Pusludur. Peki ya ev? Ev denilen yere insanlar girip, kapılarını kapatıp bütün dünyayı dışarda bırakabilmek yeteneğinden yoksundurlar. Bu yüzden de ev de ev değildir artık. Bireylerin de ne aklı ne gözü ne merakı “ev”de ya da iç dünyasındadır.
Ya nerededir?
Sosyal medyada. Ekranda. Ne yapıyor ve ne yaşıyorsa sosyal alemde sergilemek içindir. Günün her anıyla kurulan ilişkinin kıymeti sosyal medyada paylaşılabilirliğinden ve beğenilme ihtimaline göre hesaplanır. Mutfakta, gündelik ev haliyle, hakikaten emek vererek ve sürecin tadını çıkararak pişirilecek bir yemeğe ayırılacak zamana yazıktır mesela. Bir servet ödeyerek dışarda yemek ve onun için süslenmek ise değerlidir. Çünkü sosyal medyada gideri vardır. Doğallığın, hafifçe eğri burnun, ince dudakların, yaşına uygun bir cildin, gebeliğin izlerini taşıyan bir karnın gideri yoktur.
Öz cümle, iç dünyamızla birlikte dış dünyamızı da kaybettik. Toplumsallığı, ortak belleği kaybettik. İnsanlığımızı da kaybetmenin eşiğindeyiz.
Çare?..
Resim: hiçkimse-Tijen Zeybek