Erken dönem Türk tarihinde önemli bir karar anı: Bilge Kağan, göçebe bir askeri konfederasyon olan Göktürk devletinin yerleşik bir toplum düzenine dönüştürülmesine ve bu amaçla kentsel yerleşim merkezleri kurulmasına yönelik planlar tasarlamaktadır. Bu düşüncesini paylaştığı bilgeliğiyle ün salmış, kayınbabası ve veziri olan Tonyukuk, Kağan’ı bu düşünceden kesinlikle vazgeçmesi için uyarır.
Tarihsel kayıtlara göre, Tonyukuk’un gerekçesi şöyledir: “Çin kentlerinin albenili yaşam biçimi, ticaretten kaynaklanan zenginliği seni aldatmasın. Biz yerleşikliğe geçersek, Çin devleti karşısındaki en büyük avantajımız olan hareket özgürlüğümüzü yitiririz. Böyle bir değişiklik budunu böler.”
Avcılık-toplayıcılık ve göçebe hayvancılık ekonomisinden yerleşik düzene geçiş, biraz derine inerek incelediğinde aslında bugünkü insan yerine piyasa/kâr odaklı kapitalist/emperyalist düzenin temeli değil midir?
Yerleşik yaşamın iki temel unsuru bugünkü toplumsal düzenin oluşumuna katkıda bulunur:
1) Yerleşik yaşam kaçınılmaz olarak kentleşme demektir. Tarihin ilk belediye başkanı olarak nitelenen Atinalı Perikles’in, “bütün iyilikler şehre akar” dediği rivayet edilir. Yerleşik yaşam biçiminin birkaç açıdan bugünkü siyasal/toplumsal/ekonomik düzenin temelini attığını düşünmek yanlış olmaz. Yerleşik yaşam bir tarım ekonomisini, tarım ekonomisi ise bir katmanlaşmayı beraberinde getirir. Alman asıllı tarihçi Karl Wittfogel, sonradan terk ettiği Marksist düşünce çizgisi içinde bu katmanlaşmayı, suyun ve tarımda sulamanın kontrolüne bağladığı “hidrolik toplum” tanımıyla açıklamaya çalışmıştır. Suyun ve sulama işlerinin kontrolü bir idari bürokrasiye, kent yaşamının düzeninin hem iç kargaşayı hem de dış saldırılara karşı korunması gerekliliği de askeri bürokrasinin oluşumuna zemin hazırlar.
2) Göçebe toplumlar tarihin başlangıcından beri, belki de en genel tanımıyla “panenteist” olarak nitelenebilecek, insanı ve doğayı yaratıcıyla özdeşleştiren inanç sistemlerine bağlıyken, tek tanrılı dinlerin getirdiği düzenli ibadet geleneği ve bu gelenek için gerekli yerleşik ibadet kurumlarının (kilise, havra, cami) oluşturulması ise bir ruhban sınıf/dinsel bürokrasinin yaratılmasına yol açar.
Bu iki unsura bir de yerleşik yaşam düzeninde, ilkelden başlayarak düzenli olarak gelişen ticari mal üretimini eklemek gerekir. Tarihin ilk sosyoloğu sayılan İbn Haldun, sosyal bilimlerin temeli kabul edilen “Mukaddime”de ticaret için üretilen ürünlerin değişimine dayanan yerleşik toplum düzeninde, yaratılan refah ve zenginliğin yerleşik yaşamı benimseyen kitleleri yozlaştırdığını, buna karşılık göçebe toplumların sadece yaşamı sürdürmek için gerektiği kadar tüketim yaptıklarını anlatır.
Doğada yaşamın idamesi için temel iki işlev olan beslenme ve üremeyi zevk ve sefa aracına dönüştüren tek canlı türü olan insanoğlu, zaman içinde yerleşik toplumda uç veren katmanlaşmayı önce köleci ve feodal sisteme ve sonra da kapitalizme dönüştürerek günümüzdeki sömürücü, eşitsizlikçi ve doğasına yabancılaşmış nesli yaratır.
Bütün bu tarihi sürece bakmak neden gerekli? At sırtında yaşama düzeyinden bugün uzaya gitme aşamasına gelmiş olan uygarlığı (!) neden sorgulamalı?
Bu soruya iki açıdan yaklaşmak gerekir:
Gelinen aşamada gerçekten uygar mıyız?
Bu noktaya gelişin maliyeti nedir?
Birinci soruya verilecek yanıtın niteliğinin, yanıtı verenin ait olduğu toplumsal katmana/sınıfa göre değişeceği kuşkusuz. Örneğin, şirketinde çalışan bir işçinin 670 katı düzeyinde (ABD istatistikleri) maaş alan bir yöneticinin yanıtı kadar işçinin yanıtı da bellidir herhalde.
Elbette sorunu sadece ücret karşılaştırmasına indirgeme basitliğine başvurmamak gerek. Günümüzde gelişmiş-az gelişmiş toplumlarda kadına, çocuğa, hayvanlara reva görülen şiddet uygarlık göstergesi olabilir mi?
Daha birkaç hafta önce Filipinler’de yapılan seçimde, 40 yıl önce devrim yaparak iktidardan uzaklaştırdığı diktatörün oğlunu yeniden başkanlık sarayına gönderen Filipinli seçmen gerçekten ne kadar uygar? “Arap Baharı”nın öncüsü Tunus’ta daha bu hafta yapılan oylamada devlet başkanına diktatör yetkileri verilmesi için oy kullanan ve buna karşı çıkmak için oy kullanmak yerine boykota başvuran muhalif seçmen ne kadar haklarına sahip çıkacak kadar uygar?
Üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun kapitalist ekonomik sistemi yaymak ve kalıcılaştırmak için dünyaya hediye ettiği “bir adam-bir oy” demokrasisi gerçekten ne kadar demokratik, ne kadar uygar? Bu sistemde seçilenlerin kendilerini seçenlerin hakkına gerçekten sahip çıktığı bir tek ülke gösterilebilir mi?
İkinci soruya gelince, daha 1990’li yıllarda Birleşmiş Milletler’in Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) adlı yan kuruluşu bir istatistik yayınlamıştı: O dönemde bir milyar sınırında olan Çin Halk Cumhuriyeti nüfusunun, Almanya nüfusunun standartlarında yaşayabilmesi için dünyamızın sahip olduğu kaynakların dört katının gerekli olduğu belirlenmişti. Herhalde bu örnek, doğanın kaynaklarının ne denli adaletsiz, hoyratça ve akılsızca harcandığını göstermek için bile yeterlidir. Küresel hegemonyanın kilit aracı olan enerji hammaddelerinin yol açtığı küresel ısınma ve iklim değişikliğine değinmek için sayfalar yetmez.
Dünyanın neresinde olursa olsun, yerli (otokton) halkların düşüncelerinde de, eylemlerinde de çocuklar, torunlar, kısaca gelecek nesiller her konuda, her düzeyde birinci derecede karar verici etkendir.
Kendi cinsini, yaşamını olanaklı kılan doğayı ve doğayı paylaştığı canlıları yarınını düşünmeden 21. yüzyıl insanı kadar sömüren bir tür uygar olabilir mi?