MS diye bilinen “Multiple Sclerosis” gençlere, özellikle de genç kadınlara musallat olan bir hastalık.
MS çok değişken karakterlidir. Kimi tutacağı belli olmaz. Tuttuğundan ne koparacağı belli olmaz. Ne zaman nasıl geleceği ve ne zaman gideceği, ne zaman geri geleceği belli olmaz. Bu belalı duruma yakalanmış üç bine yakın insanın tedavisini yönettim. Hepsiyle değilse de büyük çoğunluğuyla dost olduk. Çünkü MS’de doktor hasta ilişkisi bir ya da birkaç görüşmeye sınırlı olamıyor. Neredeyse ömür boyu görüşünce dostluk köprüleri de kuruluyor.
Bu dostlarımdan biri olan genç hanım her zamanki güler yüzüyle ama randevu dışı gelince hayrola n’oldu diye sordum. “Benim durmuş gene geldi” dedi. Anlamayınca gülüşünü büyüterek anlattı:
“Ben MS ataklarıma Durmuş adını taktım. Benim Durmuş çok şakacı. Olur olmaz zamanda gelip beni arkamdan itekliyor, dengemi bozuyor. Durmuş uslu dur diyorum ama bir türlü durmuyor. Bugünlerde gene beni itekleyip duruyor. Sen durdur artık şu Durmuş’u diye geldim. Yoksa düşüp bir yerlerimi kıracağım diye korkuyorum.”
MS atakları çok değişik belirtilerle gelir. Bu hanımınkiler genellikle denge bozukluğu ile geliyordu. Pek bir eğitimi yoksa da hastalık ataklarına yaklaşımı o kadar yapıcıydı ki baş etmesini kolaylaştırıyordu. Bezdirici atakların yüzündeki gülümsemeyi eksiltemeyişi de bunun kanıtıydı. Denge bozukluğunu “Durmuş beni itekliyor” diye tanımlaması da zekâsının yansımasıydı. Bende derin izler bıraktı. Daha doğrusu belaya isim takıp dalga geçme becerisiyle beni eğitti.
Hepimizin ufak tefek de olsa takıntıları ve de korkuları var. Kimimiz yüksekten korkuyor, kimimiz karanlıktan. Kimimiz ölümden korkuyoruz kimimiz yalnız kalmaktan. Kimimizin köpekten ödü patlıyor kimimizin yılandan. Kimimiz ya evime hırsız girerse diye kafaya takmışız, kimimiz ya paramı yürütürlerse diye. Kimimizde araba kullanma korkusu var kimimizde mikrop kapma korkusu. Kimimiz soğuktan çok korkuyor, kimimiz cereyanda (!) kalmaktan. Delikten korkandan tutun da karşı cinsten korkana kadar. Say say bitmez fobilerimiz, korkularımız, takıntılarımız. Bende hiçbiri yok diyene de inanmayın. İnanın isterseniz ama kendisinin bile farkında olmadığına inanın. Çünkü azıcık deşeleyince herkesten mutlaka bir şeyler dökülüyor. İyi de niye var bunlar?
Freud’un yarattığı en etkili kurama bakılırsa çocukluğumuzda başımıza gelenler bundan sorumlu. O nedenle hepimiz ha bire geçmişimizi sorguluyor ve de suçluyoruz. Benim gibi evrimci takımına göreyse durum bambaşka. Evet, sorun gerçekten geçmişimizde ama kişisel geçmişimizde değil, insanlığın geçmişinde. İnsanlığın çocukluk dönemlerinde yaşananlar bizim bugünkü hallerimizin asıl nedeni. Üstelik de takıntıya ya da korkuya neden olan deneyim insanlık geçmişinde ne kadar eskiyse, şiddeti ve yaygınlığı da o kadar fazla. Seyrek rastlananlarsa en yeni insanlık tarihine ait olanlar.
İnsanlığın (hayvanlığın diye de okuyabilirsiniz) yaşadığı önemli her şey kaydediliyor (beyne). Bu kayıt bizi hayatta tutmak için nesilden nesle aktarılıyor (DNA ile). Pek çok şeyden korkuyoruz çünkü korkusuz olsaydık neslimiz yok olur giderdi. Bütün korkularımızın asıl nedeni ölümden kaçınmak.
Korkuya gösterdiğimiz tepkilerimiz de atalarımızın yaşadıklarının simülasyonu. Bu korunma mekanizmalarını gelecek nesillere aktaran özel bir beyin bölgemiz var. Bilim adamları bu beyin bölümünü değişik adlarla anıyorsa da en çok bilineni “sürüngen beyni”. Sürüngendeki bu beyin bölümünün ve de işleyişinin bire bir bizimkiyle aynı olması yüzünden bu adlandırma.
Bense bu beyin bölümüne “antik beyin” demeyi seviyorum. “Antik” sözü hem antikanın değerini hem de modası geçmişliğini içerdiği için. Hayatta kalmanın anahtarı olduğuna göre antika değerinde olması kolayca anlaşılabilir bir şey ama modası niye geçsin ki?
Diyelim ki köpek korkumuz var. Bunun nedeni insanlığın en eski orman hayatında yani köpekler kurtken yaşananların antik beyindeki kaydı. İyi de zaman değişti, biz kurtları köpekleştireli asırlar oldu. Onları hazır yemeğe tutsak edip kapımıza köle, kucağımıza bebe yaptık çoktan. Ancak antik beyin kaydı aynı kaldı. O sevimli ev arkadaşımızı hâlâ ormandaki kurt sanıyor salak derin beyin. Pardon antik beyin. İşte o yüzden demode kaldı antik beynin kayıtları. İyi de kayıtlar yenilenmiyor mu ya da yenilenemez mi?
Olmaz mı, elbette eski kayıtlarda da güncellemeler oluyor. Bunu da bizim yeni beynimiz (Beyin Korteksinin Frontal lobu) yapıyor. Aksi olsa köpek tutkunları var olmazdı. Ancak burada bir sorun var. Güncelleme herkeste olmuyor, kendiliğinden de olmuyor. İstersen oluyor. Örneğin ben bu yazıyı windows7 sürümü yüklü bir bilgisayarda yazıyorum.
Bilgisayarım yıllardır bana “güncelleyeyim artık bu versiyon çok eskidi” diyor. Her hatırlatmasında “yok istemem” diyorum. O da güncellemiyor. Beyin böyle de sormuyor.
Deden/ninen güncellemişse zaten sende eski kayıtlar olmuyor. Ancak sen güncellenmemiş antik kayıtlarla doğmuşsan ve kendin isteyip özellikle çabalamazsan o eski kayıtları aynen koruyor, hem de üstünden kaç kuşak geçerse geçsin. Ama isteyen evine mini bir köpek yavrusu alıp onu büyüterek köpek korkusunu köpek sevgisine kolayca evrimleştiriyor. Başka yöntemlerle de yapabiliyor bunu elbette…
İyi de bebelerimizin bazıları köpek seviyor, hiç de korkmuyor, bazıları ise görür görmez çığlığı basıyor diye itirazı dayayanlar olacaktır. Bunun niyesini yukarıdaki paragrafta açıkladım ama itirazlar o kadar yoğun ki başka biçimde de açıklamayı deneyeyim. Korku ve takıntılarımız genlerimizde kodlanarak aktarılıyor ya, niye bazıları örümcekten korkarken bazıları asansörden korkuyor sorusu, niye bazılarımız kızıl saçlı da bazılarımızın burnu kocaman sorusuyla eşdeğer. Fiziksel özelliklerimiz gibi psikolojik özelliklerimiz de kalıtımsal ama tek tip değil. Genetik havuzdan bizim piyangomuza ne çarptığı ile ilgili.
Bu kapsamın dışına taşıp, “bebekken açık havada/güneşte çok kalanların saçları sarı oluyor” ya da çocuklukta saçları çok tarananlarınki düz öbürlerinin kıvırcık oluyor” gibi bire bir kişisel/çevresel etmenlere dayalı yorumlar yapmak ne kadar saçmaysa, “çocukken şöyle bir şey olmuştu da bu günlerdeki takıntılı/korkak halleri onunla ilgili” demek de o kadar saçma, bana ve evrimci nörologlara göre.
Oysa bazıları ısrarla “minik bebeklerin hiçbiri köpekten korkmaz. Büyüdükçe ya bizzat yaşadıkları ya da ailelerinin öğrettikleri yüzünden korkmaya başlıyorlar” diyerek Freudçu yaklaşımda direniyor. Ben de onlara “minik bebekler yürümeyi bilmez demeğe benziyor bu” diyorum. Biz yürümeyi öğrendi diyoruz ama aslında onlara yürümesini biz öğretmiyoruz, yaşadıkları deneyim de öğretmiyor. Bebekler yürümeyi zaten biliyor. Yürüyemeyişleri, komuta merkezi olan beyin hücrelerinin henüz gelişmemiş olması, yürütecek olan kas ve denge organlarının hala gelişmekte oluşu yüzünden. Gelişme tamamlandığında, beyinlerinde kodlanmış genetik bilgi ile kendiliğinden yürüyorlar, öğrendikleri için değil. Aynı biçimde, antik beyin bölgesinin gelişimi tamamladığında yani genetik bilgi aktifleştiğinde, çocuklar korkmayı da korkmamayı da beceriyorlar. Genetik haritalarında neyin kalıntısı varsa, o şekilde…
O nedenle bazı küçük çocuklar köpek sever, bazıları da korkar. Bundan bağımsız olarak, köpeği olan ailelerin çocukları köpekten korkmaz, çünkü onların beyni bu konudaki güncellemesini (!) yaşadıkları çevresel koşullar sayesinde tamamlar.
Yaygın kanı kalıtsal özelliklerin değişmeyeceği üstünedir. “Annem şişman bir şeker hastasıydı. Ben de o yüzden şişmanım ve şeker hastası olmaya mahkumum” gibi şekillenen bir kanı bu. Evet, genler çok ama çok önemli ama genetik kodlamalar değiştirilebilir.
Genetik mühendisliğiyle olanların da dışında, sadece yaşam biçimini değiştirerek. Köpekle birlikte büyütülen çocuklar örneğinde olduğu gibi. Çillenme örneğinde olduğu gibi: Çilli bir kızıl olmak genetik bir özelliktir. Ancak bembeyaz teninize hiç güneş değdirmeden yaşayabilirseniz, çillenmemeyi de becerirsiniz. Buna da genlere kazık atmak diyebiliriz. Demek istiyorum ki, Durmuş’u durdurmak gerektiği bilinci varsa, iş değişir.
Şimdi siz bana söylediklerin çelişkili diyebilirsiniz. Hem köpek korkusunun nedeni çocukken köpek tarafından kovalanmak değildir dedin hem de köpekle büyüyen çocuk köpekten korkmaz dedin. İkisi de çocuklukta yaşananlar yani kişisel deneyim değil mi diyebilirsiniz.
Yüzeysel bakınca öyle. Ancak bilmemiz gereken bir şey daha var. Beyin sadece ve sadece ısrarla tekrarlananı öğrenir. Eğer sürekli olarak azgın bir köpeğin kovalamacası altında yaşarsanız, köpekten de korkarsınız genlerinize de köpek korkusu işlenir. Ormanda yaşarken kurt korkusunun işlendiği gibi. Tersine sürekli olarak bir köpekle oynayarak büyümüşseniz köpek sever de olursunuz genlerinize de işlenir, sizden doğanlar da köpek sever olur. Bu genetik kodlama daha önce de söylediğim gibi ne kadar eskiyse, ne kadar çok kuşak buna maruz kalmışsa, kodlar da o kadar kalıcı olur. Sonra ne olur? Ömründe fare görmemiş bir çocuk fare lafıyla masanın üzerine tırmanır. Eğer insanlık tarihindeki fareyle taşınan veba salgınını bilmiyorsan, artık arada bul kişisel tarihinde hiç olmayan fare travmasını…
Sonuç olarak Freud’dan bu yana asır geçti. Çocukluk travmaları yeterince kurcalandı, yetsin artık diyorum. Fobisini, korkusunu, takıntısını durdurmak isteyenlere tavsiyem şu ki Freud’u boşlayın. Yani ailemde şu vardı, bana o olmuştu, bu yapılmıştı, diye geçmişte eşinmeyi bırakın da bugünlerin “Durmayan Durmuş’unu Durdurmanın” elinizde olduğunu bilin.
Konuya onunla girdimse de MS bir takıntı ya da korku durumu değildir. Kalıtsal/genetik bir hastalık da değildir. Ancak ben söz ettiğim bu hastamdan çalıntılayarak basit ama önemli bir şey önermek istiyorum. Siz de bir “ad takın” varsa eğer varsa müzmin hastalığınıza, ancak ondan da önemlisi takıntınıza ya da fobinize. Ne ad isterseniz onu takın. “Bitik” deyin de bitsin mesela. “Cadı” deyin de kazanda kaynattığınızı varsayıp cadı yok etme töreni düzenleyin mesela. “Dalga” deyin de gelip size her çarpışında onunla dalga geçin mesela.
Bunları beğenmedinizse benim isim uydurukçuluğum buraya kadar. Siz en iyisi kendi derdinize kendiniz bir isim takın. (Komik olursa daha da uygun) Kuyruğuna da plaka çakın. Salıverin ucunu, çıngırdayarak defolup gitsin.
Her bahaneyle yinelediğim gibi, beynin tek bir sırrı vardır: Tekrarlananı öğrenir. Yeterince sık yinelediğiniz her şeyi öğrenir. Takıntı ve fobileri def etmenin yolu da onları hiç anmadan tersini tekrarlamaktır.
Tekrar tekrar tekrarlıyorum, istemediklerinizi kovmak için bile anmayın ki tekrarlanmasınlar. O belaların yerine siz ne istiyorsanız onu anın, onu tekrarlayın. Tekrarlaya tekrarlaya isteklerinizi ana malınız yapın (her türden telkincilerin yaptıkları da budur zaten).
O yüzden tekrarlıyorum; beyin sadece ve sadece “sürekli tekrarlananı öğrenir”. Yeterince tekrarlanan her şeyi öğrenir. Sürekli korkutulursa korkmayı, sürekli yinelenirse de korkmamayı öğrenir. Hatta yeterince tekrarlanırsa hiçbir şeyden korkmamayı da öğrenir.
Bilincinizin kıymetini bilin ki içgüdülerinizi yönetebilin. “Antik” beyninizin boyunduruğunu boşlayıp, Frontal’inizin kıymetini bilin de hayrını görün.
Benden sual edeniniz olursa söyleyeyim, “Çok hastayım derseniz hastalığınız pekişir,” “çok iyiyim derseniz iyiliğiniz pekişir” şeklindeki bilincim sayesinde ben nasılsın diyene “hiç eh işte, idare ediyoruz” dememişimdir: Ben hep “ çok iyiyim”. Siz de hep “çok iyi” olun.
Freud’a selam ama arkaya değil öne bakmaya devam…
calisal01@yahoo.com