Sanırım 2004 yılıydı. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden hocam rahmetli Prof. İbrahim Kavrakoğlu’nun şirketi Kavrakoğlu Danışmanlık’ta çalışıyordum.
O yıllarda Türkiye Avrupa Birliği’ne (AB) aday ülke olmuştu. Bu nedenle bazı AB programlarına Türk kurumlarının da katılmasının önü açılmıştı. Şirkette çalışan bir Amerikalı iş arkadaşımız da bir eğitim projesi için hazırlık yapmış ve değerlendirilmek üzere Ankara’daki ilgili makama teslim etmişti.
Projenin liderliği bizler tarafından yürütülecekti. Ankara’dan Lidea isimli bir Türk firması, Norveç’ten Subito!, Romanya’dan Temeşvar Politeknik Üniversitesi ile L&G Business Services, IDEC isimli bir Yunan şirketi de partner olarak projede yer alacaktı. Biz çevrimiçi eğitim dersleri ürettiğimizden bazı dersleri proje kapsamında diğer ortaklarla paylaşacaktık, onlar da kendi dillerine çevireceklerdi.
Projenin AB tarafından fonlanmak üzere seçildiğini öğrendiğimizde Amerikalı iş arkadaşımız şirketten ayrılmış olduğundan proje yöneticiliği bana kalmıştı.
O zamana kadar Yunanlarla kişisel temasım yüzeysel olarak İngiltere ve ABD’de üniversitede okurken olmuştu. İngiltere’de bir keresinde kampüsteki ankesörlü telefon arızalandığında biz Türklere haber vermişler, Türk, Yunan kuyruk olarak ailelerimizi bedavadan aramıştık. İkinci temasım ise ABD’de okurken okul içerisinde yapılan futbol turnuvasında Türk ve Yunan futbol takımları finale kaldığında olmuştu. Merak edenler için yazayım, maçı benim son dakikalarda attığım golle 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuştuk.
Proje başladığında hiç Yunanistan’a gitmemiştim. Ege ve Kıbrıs sorunları nedeniyle pek dostça karşılanmayacağımı düşünüyordum.
Proje çalışmalarını başlatmak için, İbrahim Hoca’nın seçtiği derslerden ilk partinin İngilizce içeriğini, daha yüz yüze gelmemiş olduğumuz partnerlerimize e-posta ile iletmiştim. Derslerden biri de strateji ile ilgiliydi.
24 saat geçmemişti ki, IDEC’ten Sofia (Fotoğrafta ortada) isimli bir hanımdan zehir zemberek bir e-posta gelmişti. Yolladığımız strateji dersinin içerisinde geçen bir örnekte Atatürk’ün “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir” emri geçiyordu. Sofia bu örneği şiddetle protesto ediyordu.
Özür dileyerek bu tatsız durumu aşmaya çalıştık. Aslında örnek strateji bağlamında harikaydı ama hiç tanımadığımız bir Yunan partnere yollamak bizim açımızdan tam bir pot kırma olayıydı. Sonuçta o örnek de metinden çıkarıldı.
Projenin akışı içerisinde, iki yıllık bir sürede ortaklar dört kez bir araya gelecekti. İlk ve son toplantılar İstanbul’da yapılacaktı. Diğerleri Pire ve Temeşvar olarak planlanmıştı. İlk toplantı için partnerler İstanbul’a gelip kendileri için ayarladığımız Taksim Talimhane’de bir otele yerleştiler. Ertesi sabah da eşimle ben iki arabayla onları almak üzere Taksim’e gittik. Hepsiyle tek tek tanıştık.
IDEC’ten gelen kişi Panos (manşetteki küçük fotoğraf) isimli bir beydi. Yüzü Yunan mitolojisindeki tanrı Zeus’un heykellerini andırıyordu. Saçı ve sakalı heykellerde gördüğümüz sima ile çok uyumluydu. Daha sonra kendisinin de benim gibi endüstri mühendisi olduğunu ve bana o e-postayı atan Sofia’nın eşi olduğunu öğrendim. Neyse ki Panos eşinin e-postada gösterdiği hissiyatı yansıtacak hiçbir davranışta bulunmadı.
İki gün boyunca çalışmalar ve sosyal faaliyetler son derece iyi geçti. Partnerler olarak çok iyi anlaşmıştık. Panos da İstanbul’a yaptığı bu ilk geziden memnun kalmıştı. Dolaştığımız kentte, kendi kültürünün bir parçası olan eserleri görmek, İstanbul’un havasını teneffüs etmek onu mutlu etmişti. Yaşam da Atina ve Pire’ye çok benziyordu.
Ancak sanırım Panos da İstanbul’a biraz gergin gelmişti. O nedenle olacak, diğer ülkelerden gruplar İstanbul’dan toplantıların bitiminden sonraki gün ayrılacaklarken, o biletini toplantının bittiği günün akşamına almıştı. Dolayısıyla çalışmanın son akşamı Sarıyer’de organize ettiğim Aquarius balık restoranındaki yemekten, uçağa yetişmek için çok erken ayrılması gerekmişti. Sarıyer’de taksiye binerken dostça vedalaştık ve kendisini havalimanına yolcu ettim.
Projenin devamında ikinci toplantı Pire’de yapıldı. IDEC’te yapılan bu toplantıda şirketin de partneri olan Sofia ve yine şirkette çalışan kızları Xenia ile de tanıştım. Sofia’nın e-postadaki tepkisinden eser kalmamıştı. Galiba değişik ülkelerden gelen partnerler arasında en fazla biz Türkler ve Yunanlar sosyal olarak anlaşıyorduk. Pire ve Atina’da keyifli bir üç gün geçirdik. Biraz iş, biraz Pire-Atina gezmesi.
Hayatımda ilk kez gittiğim Yunanistan’dan çok olumlu izlenimlerle ayrıldım. Pire’de Turkolimano’da (Pire’de ayrıca bir de Paşa Limanı var) dolaşırken Türkçe konuştuğumu duyan Yunan esnafın Türkçe olarak benimle şakalaşması, restoranlarına meşrubat ısmarlamak için davet etmesini hiç unutmam. Ankara’dan arkadaşlarla Atina’nın eğlence semti Plaka’da bir tavernanın kapısında bize epey yüksek gelen fiyatları incelerken kapıda beliren mekân sahibinin, “siz Türk müsünüz” diye sorması ve evet yanıtını alınca “bu fiyatlar Avrupalı ve Amerikalılar için” deyip bizi kolumuzdan tutup, adeta zorla terasına alması ve gerçekten komik denecek bir fiyata bizlere deniz ürünlerinden oluşan nefis bir ziyafet çekmesi yine anılarımda hoş bir yer tutuyor.
Sonuçta, Atina esnafının Panos ve Sofia’nın büyük misafirperverliği nedeniyle Yunanistan’dan son derece güzel anılarla ayrıldım. Sanırım bu karşılıklı iki seyahat sonrası benim Yunanlarla, Panos ve Sofia’nın da Türklerle ilgili düşünceleri epey değişmişti.
Panos’un şakacı karakteri de yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. İşini ciddiye almasına rağmen hayat onun için sadece iş değildi. ‘Çalışmak için yaşamayız, yaşamak için çalışırız’ deyişi aklımda kalmış. Alman işgali ve bir iç savaş geçirmiş olmasına rağmen, bizler gibi radikal bir inkılap yaşamamış olan Yunanistan bana sanki bizden daha Osmanlı gibi gelmişti. Bu izlenimim daha sonra yine iş nedeniyle gittiğim Yanya, Preveze, Korfu, Rodos ve Midilli’de daha da pekişti.
Projenin İstanbul’daki kapanış toplantısına Panos katılmadı. Bu sefer Sofia, Xenia ve bir yaşlı hanım geldiler. Gelen yaşlı hanım Sofia’nın annesiydi. Anlaşılan Sofia’nın annesi Panos’un olumlu İstanbul izlenimlerinden sonra toplantıyı da fırsat bilerek kızı ve torunuyla İstanbul’a gelip, şehrin havasını solumak, Boğaz’ı görmek istemişti.
IDEC ile daha sonra pek çok projede birlikte yer aldık. Yeni bir AB projesi söz konusu olduğunda ya onlar bizi ya da biz onları önermeye başlamıştık.
Dostluğumuz da iyice ilerlemiş olduğundan Panos’u bir gelişlerinde bizim eve davet ettik. Taksim’de kaldıkları otelden metro ile evin yolunu tarif ettim. Kendi anlatımıyla, “4. Levendis’te metrodan inip yürüyerek 3. Levendis’teki evimize gelmişti.”
Hem Panos’la ben ve eşim meslektaş olduğumuzda, hem de politik dünya görüşümüz çok yakın olduğundan, ayrıca birbirimizin düşüncelerine, görüşlerine önem verdiğimizden, dördümüz belli hassasiyetlere dikkat etmek kaydıyla çok iyi anlaşıyorduk.
Pire’de yapılan bir toplantıda otelde kalmamızı istemediler ve evlerinde ağırladılar. Proje çalışmaları bittikten sonra da bizi Korint’teki yazlıklarına götürdüler.
Pire’deki evleri, çocukluğumdaki İstanbul’dan bana çok tanıdık gelen tipik bir Rum evini anımsatıyordu. Aile yaşantıları da Marmara ve Ege bölgelerinden bildiğimiz tipik Türk ailelerinin yaşantısına çok benziyordu. Panos bir şey istediğinde, oturduğu yerden ‘Sofiiaaa!’ diye sesini yükselttiğinde dedemin ‘Muazzeeez!’ diye seslenmesini hatırlamıştım. Korint’teki yazlıkları da bir zamanlar çok popüler olan İstanbul Kumburgaz’daki yazlıkların bir kopyası gibiydi.
Panoslarda kaldığımız akşam, bizden izin alarak İstanbul’dan Yunanistan’a göç etmiş, yaşlı bir arkadaşlarını davet ettiler. Tabii kabul ettik. Adamın tek arzusu bizlerle İstanbul üzerine sohbet etmek ve Türkçesini kullanmaktı. Daha sonra İstanbul’a döndüğümüzde kendisine Muammer Ketencoğlu’nun bir rebetiko cd’sini yollamıştım.
Sofia, Arapça dahil 6-7 dil biliyordu ve o sıralar Türkçeye de merak salmıştı. İsmi gibi akıllı ve bilge bir kişiydi. Evlerinde kaldığımız dönemde, Ahmet Davudoğlu’nun Yunancaya da tercüme edilmiş olan “Stratejik Derinlik” kitabını okuyordu. Bana kitapla ilgili düşüncelerimi sorduğunda kitabı okumadığımı, okumaya da niyetim olmadığını, zira Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” anlayışıyla uyuşmadığını ve bu kavramın başımıza dert açabileceğini söylemiştim. Bu yorumu tabii ki, daha sonra Suriye’nin stratejik derinliğe kurban olması ve ortaya çıkan göç sorunu yüzünden hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın başsının derde gireceğini bilmeden yapmıştım.
Zamanla hassas konuları da içeren sohbetler yapmaya başladık. Bunlardan biri Kurtuluş Savaşımız ile ilgiliydi. Yunanlar tarafından “Küçük Asya Felaketi” olarak bilinen bu savaşla ilgili Sofia “unutma Alper, savaşın yapıldığı bölge Batı Anadolu Rumların da vatanıydı” demişti. Mübadele ve Kıbrıs’ın bölünmesi üzerine konuşurken de Panos’un “ bu tür durumlarda bir nesil büyük acılar çeker ama sorun o nesille bitmiş olur. Sürüncemede kalırsa sorunlar nesiller boyu devam eder. O nedenle ayrışma uzun vadede o kadar kötü bir şey değildir” dediğini de hiç unutmuyorum.
Projeler kapsamında bir kez de Xenia ve Sofia ile İzmir’de buluştuk. Bir gün kiraladığım bir minibüsle tüm partnerleri, Meryem Ana, Efes ve Şirince’ye götürdüm. Yunan dostlarımız, Efes Antik Kenti’nde geneleve yönlendirme yapan bir taşın üzerindekileri okuyup çok gülmüşlerdi. Söylediklerine göre “ya geneleve gel hayatını yaşa ya da kütüphaneye git ve oku!” türünden bir şeyler yazıyormuş. Cebinizde para olmayınca kütüphane tek seçenek olarak kalıyor tabii…
Bir keresinde eşim Zehra, benim katılmadığım bir toplantı için Roma’ya gittiğinde, metro çıkışında cüzdanını çaldırmıştı. Türkiye’ye geri dönebilmesi için kendisine nakdi yardımda bulunan ise Panos olmuştu. İtalyan ev sahibi dahil gruptan başka hiç kimsenin bir yardımı olmamıştı.
Bir gün Panos’tan bir mesaj geldi. Türk bir TIR şoförüyle bize 20 litrelik bir tenekeyle Korint’teki zeytinliğinden üretilen zeytinyağı yollamıştı. Biz de daha sonra postayla Sofia’ya bir Türkçe-Yunanca sözlük yolladık. Sözlüğün sayfalarının arasında da Panos’un Roma’da eşime verdiği euroları iade etmiştik.
Türkiye’deki sosyal baskı, ekonomik ve politik gidişattan şikâyet ettiğim bir sohbet esnasında “acaba Türkiye’den ayrılsak mı? “diye bir çeşit serzenişte bulunduğumda, Panos sesini biraz da sertleştirerek, “Vatan vatandır, kimse vatanını terk etmemeli” diye bir çıkışta bulunmuştu.
IDEC ile son temasımız Midilli’de oldu. Bizim de katılmamızı sağladıkları bir projenin toplantısına Xenia tek başına geldi. Daha sonra biz AB projesi yapmamaya karar verince temasımız kesildi. Arada sırada Panos’un eşimin Facebook’a yüklediği yazılarımı okuduğunu ve kısa bazı yorumlar yaptığını biliyorum.
Okuyacağını bildiğim bu yazımı sonlandırırken de kendisine, Sofia’ya ve tüm aile fertlerine en iyi dileklerimi iletiyorum…
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.