Dedem ailede benim için özelliği olan bir kişi. 1898 yılında doğmuş, Çanakkale’de bulunmuş, Kurtuluş Savaşı’nın Geyve Muharebelerinden başlayarak tüm muharebelere katılmış. Bursa’nın kurtuluşunda da bulunan dedem Mudanya Mütarekesi esnasında İsmet Paşa’nın muhafız birliğinde yer almış. Daha sonra askerlikten ayrılıp, hukuk okumuş ve avukat olmuş.
Ben doğduğumda 56 yaşındaymış. Tek torunu olan benle hep çok yakından ilgilenmiştir. Babasının erken ölümü sonucu Kuleli Askeri Lisesi’ne yatılı olarak gönderilen dedem, yaşadığı çatışmalar, gördüğü acılar nedeniyle olsa gerek, babamım ve amcamın anlatılarına göre sert mizaçlı birisiymiş. Bana karşı ise çok yumuşak davrandığı, babam ve amcam tarafından sık sık gündeme getirilirdi. Levent’te evlerine gittiğim ilk yıllarda, beni hep sırtında gezdirdiğini ve evin içerisinde kapılardan geçerken başımı vurmamam için hep uyardığını hatırlıyorum. Bana Karagöz ve Hacivat hikayeleri, orta oyunu skeçleri anlatırdı. Bir keresinde İsmail Dümbüllü’nün orta oyununa da birlikte gitmiştik.
Harp malulü olduğundan, toplu taşıma araçlarına pasosuyla bedava binerdi ve kendisine hemen oturacak bir yer verilirdi. Ben daha ilkokula başlamadan bu sayede İstanbul gezilerine başladık. O zaman 1.5-2 milyon civarında olan kentin en ücra köşelerine kadar giderdik. Sabah çıkıp hava karardıktan sonra döndüğümüz çok sık olurdu. İstanbul’un tüm müzelerini, görülecek yerlerini birlikte dolaştık. Sultanahmet ve Eyüp semtlerine özel ağırlık verirdi. Dedemin Sultanahmet’teki ilkokulu, babaannemin Eyüp Tülbentçi sokaktaki evi, kısaca ailenin İstanbul’da oturduğu yerleri, tek tek gezdik.
Hiç unutamam, bir gün vilayetin önünden 96 numaralı otobüsle Yeşilköy Havalimanı’na gitmiş, uçakları uzun uzun seyrettikten sonra yürüyerek Yeşilyurt İstasyonu’na ulaşmış, elektrikli trenle Sirkeci’ye gidip, Eminönü’nden vapura binmiş ve Büyükada’ya gelmiş, Aya Yorgi’ye tırmandıktan sonra, yine vapurla Kartal’a geçmiştik. Bu sefer kara trenle Haydarpaşa’ya geçmiş, kayıkla Kadıköy’e ulaşıp tramvayla Üsküdar’a varmış, 15 numaralı otobüsle Beykoz’a gitmiştik. Motorla Yeniköy’e geçip, 42 numaralı otobüsle 4.Levent’e gelip eve yürümüştük. Eve kim bilir ne kadar geç gelmiştik ki, babaannem dedeme çok kızmıştı.
Yaşım ilerledikçe Kurtuluş Savaşı anıları da dedemin anlatıları arasına girdi. Ancak bölük pörçük anlattığından ve benim de yaşım küçük olduğundan çok ilgimi çekmezdi. Ergenlik çağımda ise aynı şeyleri tekrar tekrar dinlemiş olmaktan sıkılırdım. Anlatırken sık sık gözünden yaş gelirdi.
Ben ilkokuldayken, sanırım son sınıfta; trenle Ankara’ya gittik. babaannem, dedem ve ben… Yol boyu bana Kurtuluş Savaşı’nda savaştığı cepheleri gösterdi. Geyve Boğazı’nda Ali Fuat Paşa İstasyonu’nda durduğumuzda, “Komutanım vurulduğunda topları demiryolu üzerine çıkarttım. Şu arkada gördüğün ormanlık alanda ağaçların üzerine tünemiş olan Anzavur çetelerine şarapnel ateşi açtım. Kurşunlar vızır vızır yağıyordu. Hepsi ağaçlardan döküldü ve kaçtılar. Şu tepede de Ali Fuat Paşa çatışmayı izliyordu” diye anlattığında çok etkilenmiştim. (Bugün o tepenin adı Ali Fuat Paşa Tepesi.)
O zaman mototrenle Ankara dokuz saat sürerdi. Saat 16.00 civarında Polatlı’ya vardığımızda ise bana uzun uzun Sakarya Savaşı’nı anlatmıştı.
Akşam Ankara’ya vardık. Yıldırım Beyazıt semtinde Uzun Otel’e yerleştik. İzleyen iki gün Anıtkabir, ilk meclis, Ankara Kalesi, Gençlik Parkı, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü gibi yerlere gittik. Köşke dışarıdan baktık. Daha sonra bir hısımımız olan Adalet Partisi Zonguldak senatörü Ahmet Demir Yüce sayesinde Meclis’in bir oturumunu izleyip TBMM binasını gezdik.
Cumhuriyet tarihine bir seyahat gibi geçen gezimizin dönüşü yedi saat süren bir otobüs yolculuğuydu. Jet Turizm’in bir otobüsüyle yola çıktık. Ancak Bolu’da yoğun siste kaza geçirdik. Otobüs uçurumun kenarında durunca ölen yaralanan olmadı ama saatlerce başka bir otobüsün bizi gelip almasını beklemiştik.
Dedemin nasihatleri de benim için çok yorucuydu. Dediklerinin hepsi doğruydu. Yaşamın süzgecinden geçmişti ama çocukluk ve gençlik yıllarımda zaman zaman bayılacak gibi olurdum. Gazoz açarken elinle kapağın üzerini kapat ki kapaktan parça koparsa gözüne gelmesin, otobüse binerken şoföre ‘kapatma’ diye seslen ki kapıya sıkışmayasın, sokakta gezen kedi ve köpeği sevme, ısırır kuduz olursun, vapur yanaşmadan iskeleye atlama, iterler, düşer arada ezilirsin vs. vs. Ayrıca vesveseliydi. Ricası üzerine yeğeni Dr. Bedri Ünal tarafından tüm aşılarım eksiksiz yapılır, sürekli vitamin desteği verilirdi.
Dedem öldüğünde 90 yaşındaydı. Benim iş yaşamına geçişimi, evliliğimi, torununun oğlunu görerek mutlu bir şekilde öldü. Son dönemine kadar da ciddi bir rahatsızlığı olmadı.
Ülkenin kurtuluşu için mücadele eden, Cumhuriyet’in kuruluşunu yaşayan dedemden aklımda kalan iki görüş ve bir anıya yer vererek yazıma son vereceğim.
Dedemim ısrarla söylediği bir laf, “Osmanlı’nın başına ne geldiyse ulemadan geldiği” idi. Ülkenin geri kalmasında büyük rol oynadıklarını söylerdi. Bugün yeni nesil ulema takımıyla sosyal medyada ve televizyonlarda sık sık karşılaşıyoruz. Kimi fesli, kimisi cüppeli.
İkinci aklımda kalan sözü, “Kurtuluş Savaşı’nın Yunan’a karşı değil İngilizlere ve onların iş birlikçisi yobazlara karşı yapıldığı” idi. İngilizler tarafından finanse edilen ve silahlandırılan yobaz güruhu Kuvva-i İnzibatiye’ye karşı Geyve’de savaşmış, İzmit sırtlarında bir hoca tarafından bir torba altın karşılığı toplarını teslim etme teklifi almış olan dedem iyi bir dindardı ve halkı din ile aldatan vatan haini gericilerden nefret ederdi.
Anı ise Sivas dolaylarından… Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde doğuda görev yaparken dedem birliği ile bir köye girmiş. Amaç geceyi orada geçirmek. İkindi namazı vakti olduğundan cemaat camide. Dedem de camiye gidip cemaate katılmayı düşünmüş. Ancak içeri girdiğinde şaşkınlık içinde bir olaya şahit olmuş. İmam cemaatin önünde bir kadının bacaklarını açmış, iç çamaşarını indirmiş, bana anlattığı kadarıyla, göbeğini yalıyormuş. Herhalde “göbek” benden utandığı için kullandığı bir kelimeydi.
İşin ilginci kadının eşinin de cemaatin içinde olmasıymış. Tabii derhal imamı tutuklamış ve en yakın ilçede mahkemeye çıkarılmak üzere jandarmaya teslim etmiş. Bu olayı anlatmasının nedeni, cahil toplumlarda dinin her türlü ahlaksızlığa alet edilebildiğini anlatmak içindi. Bugün de tarikat yurtlarında, merdiven altı din eğitimi verilen yerlerde çocukların nasıl taciz edildiğini, ırzlarına geçildiğini okudukça bir arpa boyu yol gitmediğimizi anlıyorum. Üstelik günümüzde faillerin çoğu korunuyor.
Cumhuriyetin ilanının 100. yılı. Ancak ben şahsen sevinç duyamıyorum. Hatta oldukça hüzünlüyüm. Sanırım, dedemin uğrunda hayatını riske attığı, yaralanıp malul olduğu Cumhuriyetimiz bir karşı devrim hareketiyle karşı karşıya. Din en ağır şekilde istismar ediliyor, ayrıca ülke parsel parsel satılıyor ve bu topraklarla hiçbir bağı olmayan milyonlarca cahil insan ülkeyi işgal etmiş durumda. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki uyarıların hepsi gerçekleşmiş durumda.
Umarım Türkiye Cumhuriyeti yaşamını en az bir yüzyıl daha devam ettirecek ve benim göremeyeceğim 200. yılında yaşayacak olanlar, uygar, demokratik, hukukun üstünlüğünü esas olduğu laik, saygınlığı olan bir ülkenin vatandaşları olarak cumhuriyeti kutlama olanağını bulacaklar. Seçecekleri yöneticileri de cumhuriyetin kuruluş prensiplerini benimsemiş, kurucularıyla barışık kişiler olacak. O zaman belki ben de dedemle birlikte bir yerlerden bu kutlamaları izleyip mutlu ve huzurlu olacağım.
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır. Fotoğraf temsilidir.