İnsanoğlu sosyal bir varlık olarak ilk günden beri diğer insanlarla birlikte yaşama mantığı içerisinde yoğrulmuş.
Ama bu birlikte yaşama isteği birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmiş. Birlikte yaşama ihtiyacının gereği yazılı ya da yazılı olmayan kurallar ile toplumsal birlikteliği sağlamaya yönelik çalışmalarda bulunmuş. İnsan, duyu verileri sayesinde bilgi toplar. Elde ettiği verileri algıladıktan sonra akıl yoluyla kavrayıp bu yönde kendisine kavramlar dünyası oluşturur. Yaşadığı evrende insan tarih boyunca ve günümüzde de benmerkezci davranarak kendisini diğerlerine göre bir şekilde üstün görür. Kendi varoluşunu özgür bir ruh, diğerlerini ise kendisine bağımlı, özgür olmayan bireyler olarak görme eğilimindedir. Bu düşüncenin kökeninde rasyonel bir aklın olduğu unutulmamalıdır. Toplum içerisinde birey kendisini benmerkezci görür. Bu kişinin diğer kişileri kontrol etmek istemesiyle bireylerin davranışları, duyguları ve düşünceleri kontrol altına alınır. Kontrol altına alınan insanların yaşam talepleri, düşünceleri, bakış açısı ve algı yetenekleri birilerine kul-köle olma mantığıdır. Bir kişideki irade eksikliği, bir başkasından medet ummak, başkalarına bel bağlamak onu her zaman köleleştirir.
Fransız yazar, politik filozof ve ülkesinde modern siyasal düşüncenin kurucusu olarak bilinen Etienne de La Boetie “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” kitabında günümüz iktidarları dahil bütün yönetimlerin istedikleri an her istediğini yaptırabilme gücünü elinde bulundurabildiğini söyler. İktidarlar yeri geldiği zaman yöneten olarak obje, yönetilenleri ise subje olarak gören bir mantık ile hareket eder. La Boetie aklınıza gelebilecek tüm siyasal rejimlerin ya da tüm siyasal iktidar biçimlerinin yönetme mantığı olarak aynı kapıya çıktığını, hepsinin niyetinin kendi iktidarlarını, varoluşlarını devam ettirmek olduğunu yazar. Onun mantığına göre siyasal iktidarın özü hiçbir zaman değişmez; biçimi ne olursa olsun, özü hep acımasızlık, despotik bir anlayıştır. Bu siyasal anlayışlar insanları köle-efendi noktasına getirdiğinden birey özgürlüğünü kaybeder.
Özgürlüğünü kaybeden insan mutsuzdur. Özgürlüğünden olan birey insani özelliğini de yitirir. Nasıl oluyor da sadece bağımsızca yaşamak için doğan bir yaratık olan insan öylesine yozlaştırılıp, özgür ruhu elinden alınabiliyor?
La Boetie insanın neden mutlu ve özgür olması gerektiğini çok güzel anlatıyor:
“Öküzler bile boyunduruk altında sızlanır, kuşlar ise kafes içinde yakınır. Eğer özgürlüğü tatmış olsaydın, onu mızrak ve kalkanla değil de dişlerimiz ve tırnaklarımızla savunmamızı öğütlerdi bize. En büyüğünden en küçüğüne tüm hayvanlar yakalanınca tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, ayaklarıyla, gagalarıyla öylesine büyük bir direnç gösterirler ki, bu da kaybettikleri şeyin onlar için ne denli değerli olduğunu kanıtlar.”
Geçmiş uygarlıkların neredeyse tümünde mülkiyet hakkını elinde bulunduranlar, siyasal yönetimler bütün ihtiyaçlarını karşılamak için kölelik ya da kul etme mantığı hukuk sistemleriyle düzenleyerek yasallaştırılmış. Bütün Eski Çağ medeniyetlerinde, Sümerlerde, Babil’de Mısır’da, Hint, Çin uygarlıklarında, Hititlerde, Antik Yunan’da Roma’da, Araplarda ve bütün dinlerde Avrupa’da kölelik alabildiğine yaşanmış.
O günün koşullarına baktığımızda kölelik satın alma, savaşta esir düşme, aile tarafından satılma, fakirlik, borç ya da korsanlık yoluyla kendisini göstermiş. Günümüzde kişinin bir gruba ait olmak için benliğini hiçe sayarak, özveri ile bağlanarak bütün isteklerini yerine getirmeye hazır olmasıyla geçmişteki kölelik bana aynı geliyor.
Belli bir kesime, gruba bağlanan kişide irade eksikliği, benlik sorunu vardır ve özgürlüğe kayıtsız kalmaktadır. Bu nedenle geçmişteki kölelik mantığı ile günümüzdeki kölelik, bağlanma birbirlerine benziyor. Bu tür insanlar hayatları boyunca efendilerine hizmet etmek zorunda olan köleler gibi her türlü hak ve özgürlüğü bağlandığı kişi ya da kişilerden bekler.
Aristoteles, insandaki bu zayıf karakter yapısını o kadar güzel ifade ediyor ki:
“Doğa gereği kendine değil ama bir başkasına ait olan kişi doğası gereği köledir. İnsan da olsa mülkün bir parçası olan kişi başkasına aittir.”
Doğanın içimize ektiği iyilik tohumları öyle zayıf ve öyle ince ki, tutkuların en ufak şokunda birilerine bağlanma ya da köle olma mantığıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bir balık için özgürlük denizde olmak, bir kartal için gökyüzünde kanat çırpmak, bir köstebek için topraksa, bir insan için de özgür iradesi ile doğal özgürlüğünü yaşayarak kendi varlığını hisseden her varlık gibi özgür bir doğada ölmektir.
Günümüzde bazılarımız kendisine güven duymadan, kendini köle olduğu kişiye karşı bir hiç zanneden, kişiliğinden ödünler vere vere hayatlarımıza ezik bir şekilde devam ediyoruz. Bu bize bir şekilde öğretilmiş. Duygularımızla, düşüncelerimizle, davranışlarımızla paranın, gücün, zevkin ya da aklınıza gelebilecek bir çok şeyin kölesi olmuş durumundayız.
Bunun nedeni ise rasyonel ve ahlaki bir gerçeklik anlayışına sahip olmamak.
Carl Gustav Jung’un dediği gibi, “Herkes kendi yükünü taşısın. Kendi yükünü başkasına yüklemek isteyen onun kölesi olur.”