Daha 40 bile olmamışım, içim dışım fıkır fıkır kaynıyor. Topladım asistanlarımı üç günlüğüne Asos’a götürdüm.
Multiple Skleroz (MS) kursu için ordayız. MS konusunda bildiklerimi ve deneyimlerimi 3 gün süresinde bizim kliniğimizde nöroloji eğitimi alan doktorlara aktarmayı amaçlıyorum. Kursu turistik bir yerde yapıyorum ki bir yandan da eğlenebilelim. Çünkü biliyorum ki en çok eğlenirken öğrenilir, sandalyelerde ciddi surat otururken değil…
Assos burnunun arka yamacındaki sahilde bir pansiyonda kalıyoruz. Tesadüfen kursiyerlerimin hepsi kız ve daha yirmili yaşlarını bitirmemişler. Ders molalarında denize girmek için dürtüklüyorum. “Abla ya, kasım ayındayız” deyip hiçbiri girmiyorsa da ben giriyorum. Milli adetimiz olduğu üzere, girer girmez de kıyıdakilere “hadi gelsenize, gelsenize” ısrarına başlıyorum. Bazen birileri niyetleniyorsa da ayağını sokan “buz gibi” çığlıklarıyla geri kaçıyor. Israrlarım boşuna, bizimkiler ders aralarında kumlarda oyalanıyorlar ama benimle denize girmiyorlar.
“Sizi Assos’a kadar getirende kabahat, keşke hastanenin dört duvarı arasında yapsaydım şu kursu” diye söyleniyorsam da faydasız. “Tamam, Assos denizi yazın bile soğuktur. Kasım ayında daha da soğuk elbette. Ama ben sizden en az on yaş büyüğüm, ben girebiliyorsam sizin haydi haydi girmeniz lazım” diyorum da kime diyorum. “Dönünce hepinize kan tahlili yaptıracağım, nedir bu yavv, bu kadar mı kansızsınız” diye vızırdamayı sürdürüyorum ama nafile.
Meğerse onlara değil bana tahlil lazımmış! Suyun buz gibi olduğunu anlayamadığım içinmiş “biraz serin işte, ne var” deyişim. Çünkü menopoza giriyormuşum da beden termometrem bozulmuş. Sadece termometrem bozulsa iyi. Menopoz her şeyimi bozdu ama ben hepsini ayrı şeyler zannedip uzun süre belirtileri birleştiremedim çünkü daha 40 bile olmadığım için menopoza giriyor olduğumu düşünemedim. Üstelik menopoz dediğin ateş basmalarla falan gelir, beni ateş de basmıyordu ki…
Bu kurstan belli bir süre sonra kanama dönemlerim düzensizleşerek ipucu vermeye başladı ama asıl üstüme bir çökkünlük geldi oturdu. Çocukluğumdan beri yakamı bırakmayan o içimin kıpır kıpır hali bitti gitti. “İçimin enerjisi o kadar çok ki bedenimin enerjisi yetmiyor. O yüzden hep kapasitemin beşte birini gerçekleştirebiliyorum” diyen ben gitti yerine mıymıntının şahı geldi yerleşti. Bıraksan yerinden kıpırdamadan ömrünü tamamlayabilecek birine dönüştüm. Kızım “vara yoğa ağlıyordun” diye hatırlıyor o günlerimi. Ağladığımın farkında bile değildim ama o sıralar çok mutsuz olduğumu hatırlıyorum. Kişisel ve kurumsal dertlerim epeyce yoğundu, onlara yordum ben mutsuzluğumu. O yüzden de başka neden aramadımdı.
Meğerse mutsuz olmak ne bela bir şeymiş. Sadece keyifsizlik değil de asıl enerjisizlik bitiriyor insanı. Hem canım hiçbir şey yapmak istemiyordu hem de kendimi zorlasam bile gücüm yetmiyordu. Memur olduğum için mecburen işe gidip geliyordum ama tam memur olmuştum “salla başını, al maaşını” cinsinden. Devamlı değişim ve dönüşüm peşinde olan, yeni bir şeyler kurmasa ya da yapmasa duramayan ben kim, o günlerdeki Nevin kim!’ İş çıkışı da zaten doğruca eve geliyor, üstüne ölü toprağı serilmiş gibi isteksiz ve eylemsiz yaşıyordum.
Hepsinden belası aklım da elden gitmişti. Ben kendimi bir halt sanırdım, meğerse salağın tekiymişim, diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü “iki kere iki, kaç eder” deseler bilemeyecek durumdaydım. Gerçekten de bende beyin falan yokmuş, öyle idareyi maslahatla bugünlere kadar gelmişim diye düşünür olmuştum. Tek istediğim yatıp uyumak, uyanıksam da elde kumanda zaplamaktı.
Ama bu isteğe boyun eğmedim. Zaten birkaç kanaldan ibaret televizyonda belgesel bulamadığımda diğer programları izlemek yerine kitap okuyordum. Okuma alışkanlığım olduğu için bu seçim hiç zor olmadı. Hiçbir şey yapmayınca elbette zaman bol oluyor. Ben de ha babam okudum. Hayatımın en çok okuduğum dönemi o zamandır.
Seçmeden ayıklamadan, elime ne gelirse okuyordum ama hoşuma gitmeyen kitapları asla okumadım. Aslında pek yoğunlaşamadığım için anlaması gayret gerektiren kitapları da okumadım. Anlamaya çalışmayayım diye şiir bile okumadım. Okuması kolay ve eğlenceli olan kitaplar okudum. Şansım yatak odamın bir duvarının yerden tavana kadar kitapla dolu olmasıydı. O sayede kitap aramak gibi bir derdim yoktu. Yanı başıma desteyle kitap yığıyor, ondan üç satır, bundan beş sayfa, atlaya değiştire okuyordum.
Bu dönemde en çok anı kitaplarından hoşlandım. Yattığım yerden başkalarının hayatlarına göz atmak bana iyi geldi. Başkalarının hayatına olan merak dizi seyretmenin de temel dürtüsü. Ancak diziler kurgusal. Üstelik izleyicinin egosunu tatmin için epeyce saptırılmış kurgular. Oysa anı kitapları gerçek insanların gerçek hikâyeleri. Zaten her insan bir ansiklopedi değil mi? Aç aç oku.
Nazilerden kaçıp gelen Yahudi bilim insanlarının İstanbul Üniversitesini nasıl bilim yuvasına çevirdiklerini anılarından okudum. Ege’nin her iki yakasındaki halkların “Mübadele” denilen insanlık dışı uygulamayla sürgüne zorlananlarının anılarını okudum. Tarikatların elinden kendini sıyırabilmiş bir müminin anılarını okudum. Cumhuriyet ilan edilince haremden çıkarılanlardan birinin, sarayın şatafatından sonra hep beraber tıkıldıkları koğuşumsu evde sudan çıkmış balığa dönen bir Çerkes kızının anılarını okudum. Sadece topun peşinde koşturmaktan ibaret sandığım futbol yaşamını en dibinden anlatan bir kalecinin anılarını okudum. Amerika’ya taşınıp davetler düzenleyerek yerel sosyetiklerle eş konuma erişen bir İstanbul hanımefendisinin anılarını okudum. Doğudaki bitmez bitirilmez iç savaşa gönderilen bir komutanın o imkânsıza yakın zor coğrafyalarda yaşayanlara ait tarafgir gözlemlerini okudum. İstanbul’un göbeğinde kocasının süreğen işkencesi altında yaşayan, okuma yazma bile bilmeyen bir kadının bir gece yarısı çocuklarını koltuğunun altına sıkıştırarak evden kaçtıktan sonra her türlü zorluğu aşmasını, özgürlüğüne kavuştuktan sonra alabildiği yarım yamalak eğitim sayesinde yazabildiği kitabı okudum…
Çok sevdim anı kitaplarını okumayı. Bir yandan pineklerken, bir yandan da zamanda ve mekânda gezintilere çıkmış oldum. O kadar farklı, o kadar çok insanın hayatını okudum ki kendi hayatımdaki sorunlara büyüteçle baktığımı bir iyice kavradım.
Elbette sadece anı okumadım. Moda, güzellik, ekonomi, para, otomobil, yarışlar vb. gibi öncesinde asla ilgilenmem dediğim konularda da okudum. Kişisel gelişim kitaplarını okumayı da hiç sevmem ama bakayım neyi nasıl çarpıtmışlar diyerek onları bile okudum. Zaman yönetimi ve stres yönetimi kitapları da okudum. İyi ki böyle daldan dala atlayarak okumuşum. Sonraki hayatımda o kadar işime yaradı ki bu gereksiz saydığım konulardaki özensiz okumalarım…
Menopoz denilen o tünelden sonunda çıktım. Tıpkı eskisi gibi kendi yolumda kendimce çırpınışlarla ilerlemeyi sürdürdüm ve eski benliğime eriştim. Yirmi küsur sene sonra bunları hatırlayıp yazmam bugünlerde konuştuğum bir dost yüzünden. Kendisi benim gibi erkenden değil vakti gelince menopoza girmiş. Ancak tıpkı benim gibi onun menopozdaki “mental çöküşü” de çok ağır olmuş. “Ben uyuştum, ben bittim artık. Canım hiç bir şey yapmak istemiyor, hiçbir şey bana keyif vermiyor. Meğerse bugüne kadar başardıklarım tesadüf sonucuymuş, aslında ben salağın tekiymişim” demeye başlamış.
Benim gibi o da bu çöküntüye menopozun yani beden kimyalarının neden olduğunu anlayamamış. Durumum psikiyatrik deyip yıllarca psikiyatristlere ve terapistlere taşınmış. Verdikleri ilaçları içmiş. Anlattıklarını dinlemiş. Hiçbir şeyi aksatmamış. Depresyon vb. konularında okudukça okumuş. Artık bu konuları başkalarına da öğretecek kadar iyi öğrenmiş. Ancak düzelmemiş. Enerjisizlik hali düzelmeyip, eskiden onda da bolca olan bir şeyler yapma isteği hiç geri gelmeyince “artık demek ki bundan sonra ben böyle kalacağım, her çıkışın bir inişi varmış, ben artık tükendim” diye düşünmüş.
Tedavisi başarısız olunca gittiği psikiyatristlerden biri akıl edip ona özel bir test yaptırmış ve böylece “Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu” (DEHB) olduğunu saptamış. DEHB’den muzdarip olduğunu öğrenince bu kez de bu konuda terapiler almaya ve bizzat okumaya başlamış. Ancak bu tanının konması onu daha da kötü etmiş. Dikkat eksikliği yüzünden hiçbir şeye konsantre olamayacağını (!) öğrenince, kendisinden umudu iyice kesmiş. Psikiyatri ve kişisel gelişim kitaplarını okumak dışında hiçbir şey yapamaz durumda, sadece mecbur olduğu rutini sürdürür halde kala kalmış…
İşte bu DEHB, orijinal adıyla ADHS’dir benim kendim için de kullandığım “sürekli kıpır kıpır olma” durumunun müsebbibi. Konuyu iyice dallandırmamak için DEHB’yi anlatmayı geçiyorum ama menopozun şekli şemaliyle o da bayağı alakalıdır. Menopozda her ikimizin de aşırı çökmemiz DEHB yüzünden çünkü o da dopaminle alakalı. Enerji dediğin şeyin de motivasyon dediğin şeyin de çokluğu da yokluğu da zaten dopamin yüzünden…
Sonuçta ister mıymıntı olalım ister taşkın, nedeni beyin kimyamız (dopamin). İster çok hevesli çok girişimci olalım, ister harekete geçmemek için ipe un seren biri olalım, nedeni beyin kimyamız (gene dopamin).
Ayrıca, ister depresif olalım ister coşkun, nedeni gene beyin kimyamız (seratonin). İster takıntılı olalım ister gönlü geniş, nedeni beyin kimyamız (gene seratonin).
İster merhametli olalım ister bana neci, nedeni beyin kimyamız (oksitosin). İster anaç olalım ister bencil nedeni beyin kimyamız (gene oksitosin).
İster risk almaya doyamayalım, ister pısırık/korkak olalım, nedeni gene beyin kimyamız (hem dopamin hem de adrenalin)…
Bu liste böyle devam eder gider de çok da uzun değildir. Çünkü bizi biz yapan beyin kimyalarımızı saysan bir elin parmaklarını geçmez. Biz insanların huyu suyu ve davranış farklılıkları da öyle. Sonuçta bütün bu karakter özelliklerinin (kimyaların) bir bütünüyüz. Üstelik beyin kimyasallarımız sabit değildir, zamanla ve durumla da değişirler. Yıldan yıla falan değil, andan ana bile değişirler ama menopoz gibi önemli dönüşüm dönemlerinde kökten değişirler.(En çok da yediklerimizle değişirler ama o konunun da yeri değil şimdi)
Psikolojimiz diye diye biyolojimizi es geçtik gidiyoruz. “Ruh” diye ne idüğü belirsiz bir şeyin peşine takıldık ama her şeyimizin asıl yaratıcısı olan beynimizin rolünden habersiziz. Hadi kesin konuşmayalım da biyokimyasal gerçeğimizi çat pat da olsa biliyoruz diyelim. Ancak Freud ve ardılları sayesinde takmışız kafamızı geçmişimize, ah çocukluğumuz vah gençliğimiz, tüh travmalarımız diye diye düne bakıp durmaktan bir türlü bugünümüzü göremiyoruz. Bugünümüzü doğru dürüst yaşayamayınca da geleceğe ilerleyemiyoruz. Kurt kapanına sıkışmış gibi aynı yerde dönenip, debeleniyoruz.
Menopoz bir tünel. Her kadın içinden geçmek zorunda. Kiminde bu tünel geniş ve kısa oluyor, o yüzden bakışı ve yaşayışı çok karartmıyor. Ancak kimi tünel çok uzun ve çok karanlık oluyor. Özellikle aşırı hareketli (hiperaktif) kadınlarınki kopkoyu karanlık oluyor. Ancak her tünelin ucunda ışık var. Yeter ki sen tünelde olduğunu bil de diri diri mezara girdim sanma.
Çok sevdiğim iki lafla noktayı koyayım isterim:
“Arkaya bakarak ileriye gidilmez”
“Okumak ilaçtır, yazmak iyileştirir”
Aaa, bir de şu var:
“Bilgi güçtür, güçlükleri düzler”