Ergin Saygun (Emekli Orgeneral)
Batı’nın, Çin ve Rusya’ya karşı alabileceği tedbirler ve bunların öncelikleri, bir müddetten beri tartışılmaktadır. ABD, Asya’daki harekat ihtiyaçlarına öncelik vermek için, Avrupa’nın savunmasındaki rolünü azaltır mı, böyle bir durumda Avrupa; Çin’e karşı ABD’nin yanında olmaktan ziyade, Rusya’ya odaklanıp başının çaresine bakmaya çalışır mı?
Biraz karışık bir mesele.
Hem Çin hem de Rusya muhasım (düşman) olarak kabul edilmeye devam edilecek ise, ABD’nin siyasi destek ve nükleer caydırıcılığı altında, Avrupa’yı savunma sorumluluğunun çoğunu Avrupalıların üstlenmesi gerekebilecektir.
“Soğuk Savaş”ın sona ermesinden sonra, ABD’nin zaten Avrupa’nın savunmasına aktif olarak katılmadığını, daha ziyade destekleyici bir rol üstlendiğini ileri sürenler mevcuttur. Gerçekten de bir savaş tehdidinin ortadan kalkması üzerine, ABD, Avrupa’nın savunması için tahsis ettiği ve Avrupalı müttefiklerde mevcut olmayan imkan ve kabiliyetteki muazzam bir muharebe gücünü, Atlantik’in öbür yakasına çekmiş, Avrupa’nın savunmasından ziyade, Orta Doğu ve Afganistan gibi başka harekat alanlarına angaje olmuştur.
Bu tehditsiz ortam içerisinde Avrupa’daki yeni durum, ABD ile 1950’li yıllarda kurulmuş olan Transatlantik bağını tartışmaya açmış, bazı Avrupalı müttefikler, ABD ile ilişkilerin devamına bir itirazları olmamakla beraber, yeniden tanımlanması ihtiyacını resmen dile getirmeye başlamışlardır. Ancak Afganistan yenilgisi ve Ukrayna-Rusya savaşı, kazın ayağının öyle olmadığını göstermiş, ABD, “Soğuk Savaş” yeniden başlamışcasına, Avrupa’yı takviye için, 100,000 personel ve binlerce ton silah ve mühimmat yığmak zorunda kalmıştır.
ABD’nin kontrolunda olmayan ve Stratejik Bağımsızlığını kazanmış bir Avrupa hayali bir başka bahara kalmıştır.
Çin’in esas tehdit olduğunu ileri sürerek Asya’ya öncelik verilmesini savunanlar, ABD’nin Avrupa’ya olan taahhütlerinin devam etmesinin, Asya’daki önceliklerinin aleyhine olabileceğini iddia etmektedirler. Bu nedenle de, ABD’nin jeopolitik ve mali gerekçelerle Avrupa’dan çekilmesi, hiç değilse sorumluluklarını azaltması, ancak bunun için önce Avrupa’nın kendisini savunabilir duruma gelmesi gerektiği ortaya atılan görüşlerdendir.
Avrupa kendisini savunabilir duruma gelir mi?
Bu da ayrıca tartışılması gereken bir meseledir. Yıllardır ABD hakimiyetinden kurtulma, 60,000 kişilik ordu, Muharebe Grupları, Stratejik Pusula vs. gibi projeler peşinde koşan AB ülkeleri, yukarıda bahsedilen, Afganistan yenilgisi ve Ukrayna-Rusya Savaşı ile ABD’siz bir Avrupa güvenliği olamayacağını anlamışlar, hatta yeni bir Marshall planına ihtiyaç duyulduğunu açıklayanlar olmuştur. AB bugüne kadar, kendi başına, sadece Frontex isimli sembolik muharebe gücüne sahip bir birlik olmak üzere, mütevazi birlikler kurabilmiş ve Afrika’da bazı barışı koruma operasyonlarına katılmıştır. AB ülkelerinin savunma harcamalarını arttırma çabaları iyi haber olmakla beraber, bu gayretlerin, Avrupa’nın, ABD imkanlarından ne kadarını üstlenmesine imkan sağlayacağı da ayrı bir meseledir.
Ukrayna-Rusya savaşının Avrupa’ya yayılması pek yakın bir ihtimal olmamakla beraber, olduğu takdirde, ABD’nin Avrupa’ya önemli kaynaklar ayırabileceğine güvenmek fazla iyimserlik olur. Bu nedenle, muhtemel bir ABD-Çin çatışmasının ancak Avrupa, Rusya ile baş edebilecek duruma geldikten sonra olabileceği akla yakın gelmektedir.
Bu arada, ABD’li bazı üst düzey asker ve sivillerin, Çin-ABD çatışması için 2025-2030 aralığını gösterdiklerini de ilave edelim.
Böyle bir kriz durumunda, açıklandığı gibi, ABD’nin Avrupa’dan uzaklaşması, Rusya’ya, Ukrayna ile olan meselesini halletmek için fırsat yaratması ihtimali de göz ardı edilmemelidir.
Washington Antlaşması’nın 5’nci maddesi gereği, ABD’nin NATO ülkelerine yardım etmesi gerektiği düşünülebilirse de, antlaşma bu yardımın cins ve miktarını belirlememiş, NATO üyelerinin ”Kuzey Atlantik bölgesinin güvenliğini yeniden sağlamak ve sürdürmek için silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere, gerekli gördükleri eylemleri” gerçekleştirmelerine cevaz vermiştir.
Avrupa’ya bir taarruz durumunda, antlaşma gereği, ABD’nin mutlaka silaha başvurması gerekmiyor netice itibarı ile. Ama siyaseten ne yapacağı elbette ki belli olmaz.
Yoruma açık bir hüküm.
Dikkate alınması gereken bir başka nokta da, NATO’nun üyelerinin büyük bir kısmının aynı zamanda AB üyesi olduğudur. Tek kuvvet yapısı, tek savunma bütçesi ve hatta tek komuta kademesine yetecek nitelikli personele sahip olan bu ülkelerin, NATO ve AB kuvvet yapılarına ayrı ayrı katkıda bulunmalarını beklemek doğru olmaz. Bu durumda iki kuruluştan birinin güçlenmesi ancak diğerinin zayıflaması pahasına olabilecektir. Bir diğer deyişle, bir Avrupa Ordusu olacak ise, bu NATO’nun önemli imkan ve kabiliyetlerini kaybetmesi ile gerçekleşebilecektir.
NATO ile AB arasında, üyeler arasında bir ayrım yapılmaması, sarf edilen gayretlerin duplikasyona (ikileşme) sebep olmaması ve Transatlantik bağın kopmaması için, benimsenmiş olan 3D Formülü (No Duplication-No Decoupling-No Discrimination) beklenen faydayı sağlamamış, görev alanları dahil, AB’nin NATO ile rekabeti hiç bitmemiştir.
Avrupa’yı problemleri ile baş başa bırakıp, başka konulara geçelim…
Bugün, ABD ordusu hâlâ kara, deniz, hava, uzay ve siber ortamlarında güçlü harekat yapabilme imkanına sahip ise de, Çin ve Rusya’ya karşı, aynı anda harekat yapabilecek güçte değildir. Bu nedenle de, özellikle, “Pasifik Harekat Alanı”nda desteğe muhtaçtır.
ABD Hint-PASİFİK (INDO-PACOM) Komutanı Ora. Aquilino, Çin ile muhtemel bir savaşa hazırlandıklarını, bu amaçla bölgedeki “müttefiklerinden” de yararlanacaklarını, bu meyanda Japonya, Kore, Filipinler, Avustralya ve Tayland ile ve bu ülkelerin bazılarının dahil olduğu QUAD ve AUKUS teşkilatları ile yakın ilişki içinde olduklarını açıklamıştır.
Ancak “Pasifik Harekat Alanı” ve oradaki “müttefikler” fikrinin çok makbul görülmediği anlaşılmaktadır.
Mesela Macron, Fransa’nın ve dolayısı ile Avrupa’nın tutumunu açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur:
“Avrupa için en kötü şey, stratejik konumumuzu netleştirmeyi başardığımızda, kendimizi, bize ait olmayan bir krizler yumağının içinde bulmaktır.“
Bu ifadelerden, Pasifik’te hâlâ hak iddiası olan ve burada önemli sayıda vatandaşının yaşadığını ilan eden Fransa’nın, Batı’nın bölgeye hakim olmasına sıcak bakmadığı anlaşılmaktadır. Aynen bir zamanlar NATO’nun Afrika’ya girmesine mani oldukları gibi… NATO içinde de, Asya’ya genişlemeye bazı muhalefet mevcuttur.
Bir zamanların Pasifik NATO’su fikrinin, gündemden düşmekte olduğu anlaşılmaktadır.
Pekin ise, ABD’nin bölgede bloklar oluşturma stratejisinin “Ukrayna tarzı bir krize” yol açabileceği konusunda uyarılar yapmaktadır.
Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, Endonezya, Brunei, Kamboçya, Vietnam, Singapur, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler ve Tayland’dan meydana gelen Güneydoğu Asya Uluslar Birliğinin (ASEAN) üyelerinden hiçbirinin, ABD ile Çin arasında yükselmekte olan gerilimde, taraflardan herhangi biri namına hareket eden bir “vekil” olamayacağı konusunda uyarmıştır.
ASEAN ülkelerinin çoğunun, Çin’e karşı ABD’nin tarafını tutmaya istekli olmadığı görülmektedir.
Kısacası, görünen o ki, ABD “Pasifik Harekat Alanı” planları için beklediği desteği tam olarak alamayacaktır.
Siyasi konulara biraz ara verip, askeri cepheye bir daha bakalım…
Bu münakaşanın içinde, dikkate alınması gereken önemli bir nokta da, “Avrupa Harekat Alanı”nın, ağırlıklı olarak, kara ve hava birliklerine, “Pasifik Harekat Alanı”nın ise deniz ve hava birliklerine ihtiyaç duyacağıdır. Farklı cins kuvvet ve silah sistemlerine olan ihtiyaç, bazı silah sistemlerinin her iki harekat alanında da gerekli olması, ABD için elbette ki bir sıkıntı yaratacaktır.
Ancak mesele bu kadar basit değil.
ABD gerçekten Çin ile olan krize öncelik verecek ise, o zaman kuvvet yapısında “Pasifik Harekat Alanı”nın ihtiyaç duyduğu deniz ve hava kuvvetleri öncelik alacaktır. Bu durum, “Avrupa Harekat Alanı”nın ihtiyaç duyduğu kara kuvvetleri ağırlıklı, harp silah, araç ve gereçlerinin temininde gecikmelere yol açması ve açığın kapanması için Avrupalıların daha fazla gayret göstermesini gerekli kılabilir.
Taraflar arasında bir güç dengesi değerlendirmesi yapmak şu an için pek mümkün değilse de, bir çatışma halinde, 2’nci Dünya Harbi’nde olduğu gibi, Pasifik’te kıyasıya bir deniz ve hava üstünlüğü mücadelesinin cereyan edeceğini söylemek yanlış olmaz. Ancak, bu sefer ABD’nin karşısında, Çin’in 340 parça gemiden oluşan dünyanın en büyük donanması bulunacaktır.
ABD’nin gücünü iki ayrı harekat alanına ve iki ayrı tip muharebeye angaje olmasının bir güç kaybı yarattığı açıktır. Muhasımları bu durumdan istifade ile mevcut krizi tırmandırarak, karşı tarafın tepkisini ölçmek isteyebilir. Bunun ne olacağını şimdiden bilmek mümkün değildir.
Burada caydırıcılık önem kazanır. Kısa tarifi, muhtemel muhasımlarınızın “Uzak durup başımı derde sokmayayım” olan caydırıcılığın, barış zamanındaki tutarlılığı, savaş imkan ve kabiliyetleri ile doğrudan etkilidir. ABD’nin, doğru değerlendirdik ise, iki harekat alanı için yetersiz muharebe gücünün, caydırıcılığı zayıflatması ve “karşı tarafa” daha rahat ve cesaretli hareket etme imkanı sağlaması muhtemeldir.
Çin ile bir çatışmanın, çok ciddi siyasi, sosyal ve özellikle de ekonomik boyutlarının ayrıca incelenmesi gerekmektedir..
Sonuç olarak; Batı, Rusya ve Çin’in ikisini birden muhasım ilan etmekle büyük bir risk almış ve sonu pek belli olmayan bir yola girmiştir.
Çin ile bir çatışmaya, Batı Bloku’nun tereddütlü ve çekimser bir yaklaşım içinde olduğu müşahede edilmiştir. Bunun da ötesinde, böyle bir kriz, Avrupa’nın güvenliği açısından ciddi sıkıntılara yol açabilecek, hatta güvenlik mimarisinde önemli yapısal değişikliklere sebep olabilecektir.
***
(E) Orgeneral Ergin Saygun’un Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili değerlendirmesini okumak için: https://medyagunlugu.com/ukrayna-rusya-savasinda-neler-oluyor/