Petra’dan ayrıldıktan sonra Vadi Rum yönünde yolumuza devam ettik. Roma İmparatorluğu’nun buralara kadar gelmiş olması nedeniyle gideceğimiz yere Roma Vadisi (Vadi Rum) adı verilmiş. Burası büyük bir çöl; milli park olarak ilan edilmiş. Gece, bir şahsa ait ufak bir kampta konaklayacakmışız. Yolda Osmanlı’nın Hicaz demiryolunun üzerinden geçtik.
Saat 15.00 civarı Vadi Rum’a girdikten biraz sonra kampın sahibi arkası açık bir ciple gelip bizi aldı ve kendini tanıttı; adı Muharrem’miş. İlk olarak yemeğin saat 19.30 başlayacağı bilgisini verdi. Ayrıca 21:30’a kadar jeneratörden elektrik verileceğini söyleyerek, şarj edilecek elektrikli aletlerinizi o saate kadar prize takın diye bizi uyardı. Ancak, hemen kampa gitmeyecek, önce bazı yerleri göreceğiz diye açıklamalarına devam etti.
Thomas Edward Lawrence
İlk durduğumuz yer bir su kaynağı oldu. Burada Nebatilerden kalma yazılar oluğu, ayrıca Lawrence’in 100 yıl önce burada devesine su içirdiği anlatıldı.
Bizim 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı döneminden, başta Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa olmak üzere, pek çok ulusal kahramanımız vardır. Araplarda ise tek bir bağımsızlık kahramanı var; Lawrence! Her yerde karşınıza çıkıyor.
Thomas Edward Lawrence Arapçayı ve Arap adetlerini çok iyi bilen bir İngiliz subayı. Bugün özel kuvvetler olarak tanımlanan kişilerle, casuslar arasında bir şahsiyet. 1. Dünya Savaşı esnasında Arap coğrafyasında Osmanlı’ya karşı silahlı güçlerin örgütlenmesini sağlamış. Medine kuşatması, Akabe Kalesi’nin ele geçirilmesi, Şam’ın işgali ve Osmanlı’nın Nablus hezimetinde bulunmuş, Arapların Osmanlı ordularını arkadan vurmasında, Osmanlı’nın lojistiğinin bozulmasında büyük rol oynamış.
Bir kanyona geldik. Bu kanyonun sağ duvarında önce Arapça, sonra Nebati alfabesiyle yazılar vardı. Vadi içinde su çukurları olması ilgimizi çekti. Kanyon 60-70 metre sonra son derece dik ve çıkılması zor bir hal alıyordu.
Bu bölge bize ABD’deki Arizona ve Güney Utah’ı hatırlattı. Ancak, güzel olmakla birlikte Amerika’daki bölge kadar enteresan bulmadık.
Kanyonu gördükten sonra kayadan küçük bir kemerin olduğu bölgeye geçtik. Daha sonra gruptan ayrılarak kırmızı kumdan bir yamacı tırmanarak bir kayanın tepesine ulaştım. Bu bölgede Lawrence of Arabia, Planet gibi filmler çevrilmiş. Bulunduğum kayanın üstünden Lawrence’in Osmanlı’nın asker ve mühimmat getiren trenlerini dürbünle gözlemlediği, daha sonra bedevi süvarilerin develeriyle bu trenlere saldırdığı büyük bir övünçle anlatıldı.
En son olarak güneşin batışını izlemek için bir kayanın üzerine çıktık. Güneşin batışını izledik. Belki de Lawrence övgülerinden dolayı gerilmiş olduğumdan manzara beni hiç etkilemedi. Güneşin rengi bile değişmeden dağın arkasında kayboldu.
Güneşin batışından sonra hava hızla soğumaya başladı. Biz de açık bir cipin arkasında 20 dakika kadar sürdüğünü sandığım bir yolculuk sonunda geceleyeceğimiz çadırların olduğu kampa vardık. Kampta o gece toplam yedi misafirmişiz. Jeneratörün kapanacağı saati değiştirip, bu kez 20.30’da ışıkların söneceğini söylediler. Alelacele bavuldan gerekli malzemeyi çıkarttık. Fotoğraf makinasının pilini şarja koyduk. Jeneratör kapanmadan yıkanmaya vakit olmayacağından toz toprak içerisinde, yıkanmadan yatmaya karar verdik. Gece dışarı çıkıp tuvalete gitmek de zor olacaktı.
Vadi Rum’daki kampımız
Yemek, sebze çorbası, patatesli tavuk, pilav, kaşık salatası (bir çeşit gavurdağ salatası) ve humustan oluşuyordu. Hepsi lezzetli idi. Üstüne bir de Mısır mutfağından tatlı vardı. Onu tam bitiremedim. Gidip hemen dişlerimi fırçaladım. Sonra biraz okudum. İlk iki açıklamadan farklı olarak jeneratör 20:45’te kapandı. Ben de herkes gibi biraz gökyüzünü izleyip sonra yattım. Çöl ortamında, hiç nem, hava ve ışık kirliliği olmadığından gökyüzü son derece berraktı ve yıldızlar pırıl pırıldı. Elinizi uzatsanız tutabilecekmişsiniz hissi veriyordu.
Gece çadırda zor geçti. Dar ve yamuk somyalı bir yatakta, üzerimde bir sağa bir sola kayan iki çarşaf ve iki battaniye ile geceyi geçirmek bana hayli zor geldi. Bel problemimden dolayı, sabaha kadar kıpırdamadan yatamadığımdan, sürekli pozisyon değiştirmem gerekiyordu. Gece karanlığında iki kez Zehra’nın da yardımıyla yatağımı düzene sokmam gerekti.
Geceyi, sabaha kadar bölük pörçük bir uykuyla geçirdim ve uykuya her daldığımda Gertrude Bell ve Thomas Edward Lawrence ile epey uğraştım.
Gertrude Bell’den de bu vesileyle kısaca bahsedeyim. İngiltere’nin zengin ailelerinden gelen Bell, arkeoloji okuduktan sonra Anadolu ve Mezopotamya’da araştırmalar yapmış. Bu arada da Araplara karşı sempati duymaya başlamış. Nişanlısı Çanakkale’de ölünce Türklere karşı düşmanlığı artmış ve Mezopotamya’da Arapları Osmanlı’ya karşı isyana teşvik etmeye başlamış. 1925’de yüksek doz uyku ilacı alarak ölen Gertrude Bell, Bağdat’ta İngiliz Mezarlığı’nda gömülüymüş. Cenazesine Irak Kralı bile katılmış.
Sıkıntılı geçen bu gecede Allah’ın çölünde arada bir uçak sesi de duyuluyordu. Neyse ki gecenin karanlığında tuvalet sorunum olmadı. O gece, artık Akabe’ye varınca kalacağımız Mövenpick Oteli’nde yıkanır, sonra da uyurum diye hayal ettim. Neyse ki, yatağın yamukluğuna rağmen, ertesi sabah bel sorunuyla kalkmadım.
Sabah 7.45’te uyandık. Bavulu kapatıp kahvaltı çadırına gittik. Midem hafif nane molla olduğundan bir dilim peynir ekmekle yetindim. 8.30’da kamptan ayrıldık. Cipin arkasında, yine soğukta milli parkın kapısına vardık. Muharrem’le vedalaştık. Hami bizi karşıladı, tekrar minibüsümüze transfer olduk ve Akabe’ye doğru yola çıktık. Akabe’de iki gece kalıp biraz dinlenecektik.
Akabe Ürdün’ün denize tek çıkış noktası. İngilizler lütfetmişler ve peygamber soyundan gelen bir hanedanın yönettiği Ürdün’e, Suudi Arabistan ile İsrail arasında dar bir sahil ile Kızıldeniz’e çıkış vermişler. Ülkenin denize tek çıkış noktası burası. Kentin hemen batısında ise İsrail’in Eylat kenti ve limanı bulunuyor.
Akabe’nin Türk tarihinde önemli bir yeri var. Birinci Dünya Savaşı esnasında Mekke şerifine bağlı güçler Lawrence’la birlikte Osmanlıların Akabe Kalesi’ne saldırıyor. Denizden İngiliz donanmasının destek sağladığı çatışmalarda 6 Temmuz 1917’de beş bin kişiden oluşan Arap isyancılar Hicaz demiryolu üzerinden lojistik desteği de kesilmiş olan bin Osmanlı askerinin savunduğu Akabe Kalesi’ni ele geçiriyorlar. Bu olay Osmanlı için Orta Doğu’da sonun başlangıcı oluyor.
Bir buçuk saat sonra Akabe’de Mövenpick Oteli’ne giriş yaptık. Beş yıldızlı şık bir oteldi. Yeri de merkeziydi ve kendi plajı vardı. Lobide e-postalara bakıp Milliyet’i indirip odaya çıktım ve nihayet yıkandım. Üzerimden epey bir kum aktı. Ardından 1.5 saat uyudum. Bu kez ne Gertrude Bell ne de Lawrence vardı.
Sonra yakındaki bir caddede pizza yedik. Yemekten sonra da sahil boyu Suudi Arabistan yönüne yürüdük. Bu vesileyle halkın ne kadar geri olduğunu gördük. Yürüyüş bir saat kadar sürdü. Şehrin merkezine 2004’te 130 metre yüksekliğinde dünyanın altıncı en uzun bayrak direği dikilmiş. Dalgalanan bayrak ise Ürdün bayrağı değil, Osmanlı’ya isyan eden Arapların kullandığı bayrak. Tam da Osmanlı kuvvetlerinin teslim alındığı noktaya dikilmiş.
Akabe’de dalgalanan bayrak (Foto: Anis Rifai)
Otele geri döndüğümüzde ben halsizlikten yattım. Saat 17.30 civarı titremeyle ateşim yükselmeye başladı. Bir ilaç aldım ve 19.00’da yemeğe inen gruba katıldım. Hafif bir şeyler yedim. Herkes akşam gezmesine çıktı. Cuma akşamları kurulan pazara da bir bakacaklarını söylediler. Ben ise dinlenmek için odaya çıktım.
Gece saat 02.00’de bu sefer Zehra’nın midesi rahatsızlandı. Sabah hala çok kötü durumdaydı. Ben ise ucuz atlatmış ve düzelmiştim. Aşağı inip kahvaltı ettim. Kahvaltıda Nuran ve Tahir’in anlattığına göre akşam Akabe sokaklarında dolaşmaları çok kısa sürmüş. Gerilik ve fakirlikten yılıp geri dönmüşler.
Sonra hep birlikte otelin kumsalına indik. Tahir, Nuran ve ben denize girdik. Suyun ısısı 23 dereceydi. Zehra hasta olduğundan girmedi. Denize girdiğimiz kumsalda tanga mayolu Ruslar da vardı, skuba yapacakmış gibi giyinmiş Arap kadınlar da. Kumsaldan sola bakınca Suudi Arabistan ve Ürdün, sağa bakınca İsrail ve hatta Mısır görünüyordu. İsrail son derece modern ve bakımlı bir görüntü arz ediyordu. Suudi Arabistan yönünde denizde mercan kayalıkları varmış ama Maurice Naber bizi Amman’da, böyle bir tura gitmeyin diye, uyarmıştı. Zira mercanların hepsi solmuş ve tahrip olmuş.
Denizden sonra şehirde bir yürüyüş yaptım. Bir saat kadar sürdü. Gerçekten fakir bir kasaba havası hakimdi. Sahildeki Mövenpick ve Kempinski otelleri Akabe içerisinde adeta bir vaha gibiydi. Buranın zengini ve kendi ülkelerindeki sınırlamalardan kaçan Suudiler bu otellere özellikle hafta sonu geliyorlarmış.
Şehirde dolaşırken ilgimi çeken konulardan biri de Mekke emiri Hüseyin Şerif anısına inşa edilen caminin kapısına konan kitabe oldu. İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle Osmanlı’ya isyan edip Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’nda tüm bu bölgeleri kaybetmesinde önemli katkısı olan bir isyanın lideri olan bu hainin, bugünkü Ürdün ve Suudi krallarıyla akrabalığı göz önünde tutulduğunda, onlar açısından önemli bir kişilik olması belki doğal. Ama kitabeyi okuyunca tam bir aptal olduğu, İngilizlere yamanıp, İstanbul’daki halifeye isyan ettiği, savaş bittikten sonra İngilizlerin 1925’te kendisini Kıbrıs’a sürdüğü, 1947’ye kadar da bağımsızlık filan elde edemeyip İngiliz yönetiminde kaldıkları kitabenin satır aralarından okunuyor.
Ayrıca kurtarmak istediği Kudüs ve Filistin’in bugünkü hâli de ayrı bir konu. İngilizler bu haini aldatıp Kudüs’ü İsrail’e vermişler. Arap’ın İngiliz iş birlikçisi de işte böyle biriymiş. Şan ve şeref beklentisi ve binlerce İngiliz altını karşılığında halifeyi satmış bir sözde Müslüman…
Şerif Hüseyin hakkında internet sitelerinde dolanırsanız, son yıllarda adet olduğu üzere tarihi revizyonist bir anlayışla anlatan ve Şerif Hüseyin’i onore etmeye çalışan yazılarla karşılaşabilirsiniz. Hatta Diyanet’in İslam Ansiklopedisi bile Şerif Hüseyin maddesinde maalesef Osmanlı’ya verdiği zararın önemsizleştirildiği bir dil kullanmaya başlamış. Şerif Hüseyin Osmanlı’ya ve halifeye ihanet etmiş büyük bir vatan hainidir, nokta! Bu konuda Arap sevicilerin revizyonist tarih anlatımlarına inanmayınız.
14 Nisan sabahı 8.30’da Akabe’den Ölüdeniz’in kuzey ucuna doğru yola çıktık. Geceyi bir başka Mövenpick Oteli’nde geçirecekmişiz. Minibüsümüzle çölde kuzeye doğru ilerlemeye başladık. Yolda arada sırada deve sürüleri görülüyordu. Sol tarafta ise uzakta İsrail. İsrail’de arada sırada yeşil alanlar da göze çarpıyordu. Yeraltından su çıkararak Necef Çölü’nde hurma yetiştiriyorlarmış.
Ölüdeniz’in doğu sahilinden geçerek öğlene doğru otelimize vardık. Ölüdeniz’in batı kıyısı ise işgal altındaki Batı Şeria. Kalacağımız otel geniş bir alana yayılmıştı. Geceleri otelin bahçesinden Kudüs’ün ışıkları görülüyormuş.
Ölüdeniz deniz seviyesinden 363 metre daha aşağıda. Dik bir patikadan sahile indik. Suya ilk ben girdim. Acayip bir his… Suya batmıyor insan. O nedenle düzgün yüzülemiyor. Benim gibi beli sakat olanlar için durum daha da zor. Korkunç bir tuz oranı nedeniyle başınızı suya sokamıyorsunuz. Su sizi göğsünüzden itibaren suyun dışına itiyor. Kalça ve bacaklarınız da aynı şekilde yüzeye itiliyor. Bu durumda beliniz rahatsız oluyor. Tek çare sırtüstü durmak. Eğer yanınıza bir kitap alırsanız sırt üstü yatarken kitabı ıslatmadan okuyabilirsiniz.
Suda 20 dakikadan fazla kalınmaması tavsiye ediliyor. Artık tuzun yoğunluğu nedeniyle mi, yoksa gölün dibinden çıkan yoğun yeşil çamurdan mı bilmiyorum, ama cildiniz zarar görebilirmiş. Ben sudan çıktığımda üstüm tuzlu bir ince tabakaya kaplıydı. Sahildeki duş fayda etmedi. Daha sonra odama döndüğümde tekrar uzun bir duş almam gerekti.
Zehra sudan çıktıktan sonra gidip bir de yeşil renkli çamurlara sıvanıp bir süre bekledi. Sonra duş alıp geldi. Bu çamurun Zehra’nın üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu anlayamadım. Bence Zehra aynı Zehra’ydı!
Saat 14.00’de Maurice geldi. Amman buraya 53 kilometre uzaklıktaymış. Bize hurma ve zahter getirmişti. Hurmalar Ürdün’ün en kaliteli hurmasıymış ve kendilerine ait bir bahçeden geliyormuş. Onunla birlikte otelin havuz barına geçtik. Andre’nin de akşamüstü bize katılacağını söyledi. Havuz barda ben dondurma yerken Maurice de bira içip fıstık yedi. 15.30’da dinlenmek için odalarımıza döndük. Akşam lobide buluşmaya karar verdik.
Akşam Andre de geldikten sonra yemeğe geçtik. Mekan güzel fakat yemekler tatsızdı. Saat 21.00 civarı vedalaştık. Onlar Amman’a geri dönerken biz de odalarımıza çıkıp valizlerimizi topladık ve kısa bir uyku için yattık. Zira ertesi sabah 3.30’da kalkılacak ve Queen Alia Havalimanı’na gidilecekti.
Sabah 7.00’de kalkan THY ile 9.30’da İstanbul’a vardık. Pek istekli olarak gitmediğim bir gezi, mide rahatsızlıkları bir kenara bırakılırsa ilginç bir deneyim olmuştu.
Not: Bu yazı ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.
2.Bölüm