Bir gün sohbet ediyoruz. Ben gençken Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde sahneye çıkmıştım, dedim. Kızım “ben de” diye söze atladı. Kız kardeşim de “ben de” dedi. Üçümüz birbirimize baka kaldık. Hiçbirimizin diğerini de aynı sahneye çıktığından haberi yoktu. Üçümüz de tiyatrocu değiliz. Üçümüz de birbirine ilgisiz insanlar değiliz. Ancak gene de aramızda bu garip konuşma geçti.
Minicikken sandalye tepelerinde rol kesmekle başlayan sahne sevgim okul müsamereleriyle sürdü. Ben lisedeyken (1970’ler) “Liselerarası Tiyatro Şenliği” yapılmaya başlanmıştı. Okulumun ekibinde ben de vardım, 1975’daki yarışmada dereceye de girmiştik.
Müsameremsi gösterilerden gerçek tiyatroya geçişim liseli yıllarımda esen ya da estirilen “gençlik tiyatrosu” rüzgârı sayesindedir.
Tıp fakültesine başladığımda ise İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğunun kurucu üyesi oldum. Üniversite hayatımın sonuna kadar da tiyatroyla hasır neşirdim. O sıralar Haluk Şevket, Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde “Deneme Sahnesi”ni kurmuş ve gönüllü olarak hem yönetmenlik hem de gençler için her türden tiyatro danışmanlığı yapmaktaydı. Onun çalışmalarına da katılıyordum. Bahariyedeki sahneye ben de çıktım deyişim hem lisedeki yarışma hem de üniversite sırasındaki bu çalışmalar nedeniyle. O sıralar daha onlu yaşlarımı yeni tamamlıyordum ki kız kardeşim benden on yaş küçüktür. Çocukcağızın benim bu dönemimden haberdar olmaması çok normal.
Yaş farkımız 10 olsa da ben kız kardeşimi hep kızım gibi görmüşümdür. Dört çocuklu annemin aşırı iş yükü yüzünden onun entelektüel gelişimi ile yakından ilgilendim. İlk kez tiyatroya ben götürdüm, sonra da ben götürdüm. Tiyatro aşkımı bulaştırmış olmalıyım ki o da okulundaki gösterilere hep katılırdı. Ancak onun lise yıllarında ben yeni doktor olmuş, evlilikti annelikti mecburi hizmetti asistanlıktı falan derken iyice kendi derdime düşmüştüm. Demek ki ben de o arada kaçırmışım onun Bahariye Sahnesindeki deneyimini.
Kız kardeşime bulaştırdığımı ikinci kızım dediğim kızıma da bulaştırmayacak mıydım? Babası da tiyatro tutkunu olduğundan, Şehir Tiyatrolarında o dönem bolca sahnelenen çocuk oyunlarına nöbetleşe taşıyarak onu da tiyatro aşığı etmeyi becerdik.
Kızımın okul hayatının ise yakın izleyicisi olmadım, olamadım. İlkokuldayken bizimleydi ama ortaokul ve lisedeyken işler değişti. Ben Kadıköylüyüm ama o sıralar Bakırköy’de çalışıyor ve oturuyorduk. Oysa kızım da benim gibi Kadıköy’de büyüsün istiyordum. Yeni yetmelik çağında olan kızımın rol model almasını istediğim bütün genç akrabalarım da Kadıköy’de yaşıyordu. Oysa Bakırköy’de benden başka rol modeli olamayacaktı ki bu istediğim son şeydi. O nedenle kızımı Kadıköy’de kendi okuluma kaydettirdim ve bu yüzden annemlerde yaşamaya başladı. Babası ve ben gün boyu çalıştığımız için böylece okuldan arta kalan zamanlarında da yalnız kalmayacaktı. İşte o dönemde o da okul gösterisi ile Bahariye sahnesine çıkmış. Her hafta sonu görüştüğümüz halde o mu haber vermemiş, ben mi duymuş unutmuşum bilmem ama aynı sahnede analı kızlı poz kestiğimizi bu nedenle bilmiyormuşuz. Tıpkı abla kardeş ya da teyze yeğen bilmediğimiz gibi. Sonuçta biz bilmesek de tiyatro tarihçemiz aynı basamakları izlemiş. “Kadıköy Halk Eğitim Merkezi” iki üç kuşağın mental gelişimine damgasını vurmuş.
Kızımı ortaokulu bitirdiği senenin yaz tatilinde dil öğrensin diye Edinburgh’a göndermiştim. Ağustos’ta Edinburgh’ta Tiyatro Festivali olduğunu bildiğimden, “ne yap et, festivalde bir oyun da izle” diye de tembih etmiştim. Evinde pansiyoner kaldığı aile üniversitede hoca olan bir çiftti. Bu eğitimli ailenin şehirlerindeki ünlü festivali kaçırmayacaklarını düşünmüştüm.
“Tiyatro biletini ödeyebilecek ekstra param var, oyunlara beni de götürebilir misiniz” diye önceden söyle, diye tembih etmiştim kızıma. Ancak ailenin bu festivalle hiç ilgisi olmamış. Oysa kızım kendi kendine bu işi de kotarmış. Festivale bilet alıp, üstelik geceleri yalnız başına seyahat edip, birçok oyun izlemiş. Üstüne üstlük “Yargı” oyununu izlemiş, hem de çok beğenmiş. 14 yaşında bir çocuğun İngilizce Kafka izlemesinden söz ettiğime dikkatinizi çekerim. Bu ancak tiyatroya aşıksanız olabilecek bir şey.
Kızım bu sene 40 yaşına giriyor. Özel bir şey yapalım diye düşündük. Bula bula ne bulduk dersiniz? Birlikte bir oyuna gitmeye karar verdik. Fort Laudardale’de Beter Böcek (Beetlejuice) müzikaline giderek kutladık 40 yaşını. Ne ekersen onu biçersin misali…
Müzikalin minik dergisi Playbill ise beni aldı taaa geçmişe götürdü. Yok, kendi kızlarımın geçmişinden bahsetmiyorum bu kez.
Playbill, ilk kez 1884 yılında basılmış bir tiyatro dergisi. Aslında dergi demek ne kadar uygun bilmiyorum çünkü bir karış boyunda broşürümsü bir şey. Ayda bir çıkıyor, evlere de dağıtılıyor ama aslında gösteriye gelenlere kapıda veriliyor. New York’taki bir tiyatro için bu kitapçığı bastıran Frank Vance Strauss, ertesi yıl “Tiyatro Programı Şirketi” kurarak bu işi kurumsallaştırmış. O gün bugündür Broadway müzikalleri başta olmak üzere bütün müzikaller ve tiyatro gösterileri için Playbill basılıyor. Sonraları konserler de kapsama ekleniyor. Hem de sadece New York da değil, Chicago başta olmak üzere gösterilerin sahnelendiği her yerde kapıda Playbill var.
Playbill’de oyunların tanıtımı var. Gösteride yer alan oyuncuların fotoğrafları ve kariyer öyküleri var. Eee elbette reklam da var. Şekli şemali 140 senedir nerdeyse aynı olan bu dergicik sayesinde Amerikan gösteri sanatlarının basit de olsa bir arşivi oluşmuş durumda. Pek çok kişi de kendi gittiği gösterilerin Playbill’ini biriktirip koleksiyon yapıyor. Bunlardan biri de benim elime geçti. Artık ben de 1960-1990 arasına ait Playbill’lerin koleksiyonuna sahibim. Yani kendi genç yıllarımın.
Kızımın 40 yaşını kutlamak için gittiğimiz gösteride elimize tutuşturulan bu küçücük dergi, artık kendi koleksiyonum da olmasına rağmen bende bir kıskançlık krizine sebep oldu. Siz de kıskanasınız diye içimi yazıya döktüm. Ortaklaşacağımızı varsaydığım kıskançlığımın nedeni şu: Başta değindiğim gibi benim öğrencilik yıllarımda İstanbul’da tiyatro bambaşka bir şeydi. Haluk Şevket ve arkadaşları gençler tiyatro yapsın diye yapmadıklarını bırakmazlardı. Onlardan ayrı bir başka ekip de yine gençler için kollarını sıvamıştı. Her iki ekip de başlı başına birer okul gibiydi. Biz de İstanbul Üniversitesinin tiyatro aşıkları olarak birbirinden pek hoşlanmayan her iki okulunun da ayrı ayrı balını emerdik. Birinin (Haluk Şevket ve ekibi) Kadıköy Halk Eğitimdeki deneme sahnesine katılır, diğerinin(Seçkin Cılızoğlu ve ekibi) Tiyatro76 dergisini hatmederdik. Hiçbirinin yazdığını ya da sohbetini kaçırmazdık. O günlerde birden fazla sanat ve tiyatro dergisi çıkardı. O dergilerde hem kuramsal hem de pratiğe yönelik pek çok yazı yayınlanırdı. Ancak sonra ne oldu? Önce tiyatro dergileri zamana yenildi ve yok oldu. Yerine başka denemeler olduysa da hepsi tık nefes oldu.
Yaşlandım da nostaljik takılıyorum sanmayın. 1970’lerde Türk Tiyatrosu gerçekten de çok güzel bir ivme yakalamıştı. Tiyatro duayenleri özellikle de lise ve üniversite gençliğini çok güzel kavramıştı. ODTÜ ve İTÜ’nün Öğrenci Şenlikleri de sanat ve özellikle tiyatro alanında anlatmayla bitmeyecek değerde işler kotarmaktaydı. Sonra 80 askeri darbesi geldi, her şey gibi gençlik de tiyatrolar da tuz buz oldu. 80’lerden sonra meydan kala kala pembe dizilere ve vodvillere kaldı. O dönemde yetişenler de tiyatro budur sandı.
“Sanatına tüküreyim” diyenlerin coğrafyasında yaşamışlığın kompleksiyle gel de kıskanma şimdi kurumsallaşmış sanatı. Gel de kıskanma şimdi 140 yıldır aynı tempoda koşan tiyatro dergiciliğini.
İşte böyle, elin avuç kadar Playbill’erini bile kıskandım da siz de kıskanasınız istedim.
Playbill sadece minik bir simge. Eğer taze Cumhuriyetimizde sanatın her dalı ama özellikle tiyatro ekolleri kurumsallaşabilseydi, gençlerde can suyu bulup bütün ülkeyi sarmalayabilseydi, bugün bu durumda olur muyduk dersiniz?
Postaldan/ namludan da, takunyadan/takkeden de sanat çıkmıyor. Tavşan çıkıyor bir tek, o da böyle dizi/mizi ba’bında, oyalamacasına.
Ne olacaktı ki yani Kafka mı çıkacaktı Brecht mi, ne ekersen onu biçiyorsun işte.