Bir itirafım var: “Ben âşık oldum!”
Buram buram keskin kekik; çam, incir, ayva, adını bilmediğim ilk kez gördüğüm ağaç ve bitkilerin havaya yayılan sarhoş edici orman kokularına… Rüzgârın sesine… Sert esse bile ılık ve serinletici etkisiyle dokunuşuna… Yüksek katlı bina görmeden yaşamın müthiş keyfine… Dağ keçilerinin, kuzuların, kedilerin, civcivlerin yürekli dostluklarına… Ciğerlerime sadece oksijeni ve denizin iyotunu çekmenin verdiği o tarifsiz duyguya… Ege’nin mavisine, lacivertine, turkuazına, berraklığına, dalgaların bembeyaz köpüklerine, denizin içindeki rengârenk çakıl taşlarına âşık oldum.
Hani insanın sevdiğini içine sokası gelir ya, benim de içinden çıkasım gelmedi. Gün batımının hissettirdiği duygular uçurdu beni… Yüksek bir kale! Ta yüzyıllar öncesinden kalma. O eski taşlarda ne anılar vardı kim bilir? Ama ben o taşa oturup Türkiye’den Yunanistan’a doğru elimi uzatsam dokunacaktım. Güneşin “Şimdilik hoşça kal!” derkenki denize doğru yol alışındaki kızıllığına yeniden âşık oldum. “Yarın görüşmek üzere” diye seslendim usulca… İçim eriye eriye… Gecenin o uçsuz bucaksız dağlarında yıldızlar yeryüzüne indi. Mars’a, Jüpiter’in parlaklığına, Satürn’e ve o simsiyahlar içindeki gecede “Ben de buradayım, beni de gör!” diye ışık saçan tüm yıldızlara nasıl âşık olamam ki… Her biri birbirinden güzel!
Bu arada ben aşk sarhoşu iken bir adam vardı, ondan bahsetmeden duramayacağım. “Kurt” bir satıcı, kapıda bekliyor yan dükkâna kurabiye almak için bakarken sözleriyle bizi kendi dükkanına çekmeyi başardı. Şimdi satış yapacak önce kavala kurabiyesini ikramı… Sonra neye baksak anlatmaya başlıyor. Kalabalığız hangi birimize yetişsin? Canı krem satmak istedi sanırım. Ortaya “Saçı dökülen var mı?” diye soru attı. Hepimiz duraksadık tabii bir an…. “Ben!” dedim. Sevinçle bana baktı. “Şaka yaptım” dedim, “hem de size…” Adam elini başına götürdü, hiç saçı yok hep birlikte gülmeye başladık…. Sorusu havada asılı kaldı…
Rum köylerinde evlerin özellikle kapılarının eskitilmiş mavi ya da yeşil renklerine… O güzelim çiçeklerle süslenmiş balkon ya da kapı önlerine… Minicik bir mektup kutusuna bile değer verilip üzerine bronzla kabartılarak yapılan aslanın heybetine… Hani Ankara’nın Misket türküsünde bahsi geçen daracık daracık sokaklarına… Ormanla denizin iç içe yaşayışına ve taş evlerin o ağaçlarla, ormanla bütünlenişine… Dibek kahvesine, hayatımda ilk kez yediğim mandalina reçelinin tadına… Tablo gibi hazırlanmış kahvaltı sofrasını seyretmek bile yüreğimi doyurmaya yetti arttı.
Sakızlı muhallebi mi? Yoksa vişneli muhallebi mi? Yoksa keçi sütüyle yapılmış tazecik annemin yaptığı gibi anne sütlacı mı? Ne isterseniz var! Güler yüzlü insanlar tarafından sunularak üstelik… Çocuklarımın ellerinden tutarken eğer uzun kollu bir giysi varsa o giysiyi biraz yukarı kaldırıp tamamen elini tutarım böyle bir huyum vardır. Paltonun ya da giysinin üzerinden değil hatta eldiven varsa eldivenimi bile çıkarırım, illaki dokunarak tutacağım. Torunum Demir Deniz’im de kucağıma geldi uykulu, göğsüme yaslanarak başını dayayacak. Elbisemin yakasını biraz daha aşağı çekti ve başını usulca göğsüme dayadı…
Gülümsedim, bu benim huyum! İşte ben de bu adaya yüreğimle tutundum. Gökçeada’dan ayrılırken vapurun dalgaları, martıların eşliğinde; bakir kaldığı, beni kendine âşık ettiği için sonsuz teşekkürlerimle yüreğimi mutlulukla, usulca orada bırakırken torunumla vapurun arkasında adaya seslendik:
Hoşça kal! Hep böyle bakir kal!