Twitter’da “TT’ listesinde “Doğan Heper” adını görünce yüreğime bir şey saplandı, kötü bir haber olduğunu hemen hissettim.
Birkaç saniye sonra korktuğum başıma gelmişti.
Ah be Doğan Bey!
Onun hakkında anlatacak, yazacak o kadar çok şey var ki.
Gazeteciliği 24 saat yaşayan, bildiklerini gençlere aktarmaktan kaçınmayan, atlanılan ya da kötü yapılan bir habere kızdığı zaman küfürlerine gem vurmayan, sert gibi görünen ama aslında yumuşak kalpli bir insandı.
Milliyet’te 1986 yılında Dış Haberler Servisi’nde çalışmaya başladığımda genel yayın yönetmeni koltuğunda Doğan Bey vardı. Evet, Abdi İpekçi’nin ölümünün üzerinden uzun bir süre geçmişti ama ruhu Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki binasının koridorlarında dolaşıyor, sanki bir yerlerden bizi izliyordu.
Doğan Bey son derece titiz ve heyecanlı bir gazeteciydi, İpekçi’den kalan Milliyet’te hataya yer yoktu, haber atlayan değil, atlatan gazete, basında güven olmalıydı.
Çalışanlar arasında eli sıkı olarak bilinirdi ama o kendisini “Ben Aydın Bey’in (Doğan) parasından sorumluyum, tek kuruşun hesabını vermek zorundayım” diye savunurdu. Genç bir dış haberci olarak gözüne girmeyi başarmıştım, birkaç kere başka gazetelerden teklif geldiğinde hemen maaşıma zam yaptı, Milliyet’te kalmamı sağladı.
Fenerbahçe yenilince
Sert görünümü nedeniyle odasına kapıyı vurmadan girmeye cesaret edemezdim. Bir cumartesi öğleden sonra odasının kapısını açık görünce-aslında her zaman herkese açıktı- içeri girdim, suratından düşen bin parçaydı. Az önce sona eren maçta Fenerbahçe yenilmişti, onun da benim gibi Fenerbahçeli olduğunu biliyordum.
– Fenerbahçe yenildi diye üzgünsünüz herhalde?
– Yok ondan değil, Fenerbahçe yenilince gazetenin tirajı düşüyor!
1988 yılıydı, bir gün asistanı Nilgün Karsan, “Doğan Bey seni görmek istiyor” diye telefon etti.
Merak ve biraz da endişeyle odasına gittim.
Damdan düşer gibi, daha kapının ağzında, “Amerika’ya gitmek ister misin” diye sordu.
Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim.
O ana kadar yurt dışında sadece Mısır’ı görmüş genç bir gazeteci için ABD’ye gitmek rüya gibiydi.
ABD’den bir davet gelmiş, o da beni ödüllendirmek için geziye katılmama karar vermişti. Halbuki istese, gazetenin ünlü ve kıdemli isimlerinden birini kolaylıkla seçebilirdi ama genç bir gazeteci için öğretici ve motive edici olduğunu düşünerek beni seçmişti.
Doğan Heper, iki yıl önce kaybettiğimiz bir başka Milliyet efsanesi Sami Kohen’le.
1988 yılı sonunda Mehmet Ali Birand bana Moskova’ya gitmeyi teklif etti, genç bir dış haberci olarak saniye düşünmeden sevinçle kabul ettim.
Birand konuyu bir an önce halledebilmek için Doğan Bey’i atlayarak hemen Aydın Bey’le görüştü ve Milliyet’in Moskova temsilcisi olmama, orada büro açılmasına ikna etti.
Doğan Bey bu duruma yani kendisinin atlanmasına önceleri biraz içerledi, benim Moskova’da daimi muhabir olarak bulunmamın gereksiz olduğunu ima eden sözler söyledi.
Onun onaylamamasına karşın Birand Aydın Bey’i ikna ettiği için ilk yerleşik Türk gazeteci olarak 1989 başında Moskova’ya gittim.
Hem hiçbir şeyini bilmediğim bir ülkede hem yaşama alışmaya hem de gazeteye, özellikle Doğan Bey’e kendimi kanıtlamak zorundaydım.
Ama şanslıydım, Sovyetler Birliği’nin son dönemiydi, Mihail Gorbaçov iktidardaydı ve Moskova haber kaynıyordu, neredeyse adım atsam haberdi.
Moskova’dan gazeteyi haber yağmuruna tutmaya başladım.
“Neden geldin!”
Atanma şeklimden hoşnut değildi, belki bana İstanbul’da bir görev düşünmüştü ama bu durumu kişiselleştirmedi, gönderdiğim her haber ya manşet ya birinci sayfada ya da geniş şekilde dış haberler sayfasındaydı. Milliyet’in her yanını bir anda Moskova haberleri sarmıştı.
3-4 ay sonra İstanbul’a geldiğimde beni görünce, “Niye geldin, Moskova’da haber mi bitti!” diye bir güzel payladı ama mutlu olduğu gözlerinden belliydi.
1989 yılının Milliyet arşivine bakanlar en çok manşetin Moskova’dan çıktığını görecektir…
* * *
O yılın yani 1989’un yaz aylarında yazı dizisi hazırlamak için beş Orta Asya cumhuriyetini dolaştım. İki hafta süren geziden sonra hemen İstanbul’a, gazeteye geldim, toplantı odasına girdim, camın kenarında ayaktaydı. Beni görünce heyecan içinde “Geldin mi!” dedi, hemen ardından da “Fotoğraflar, fotoğraflar nerede” diye sordu.
O zamanlar dia çekiyorduk, sanıyorum 15 kadar makarayı (yaklaşık 500 kare) toplantı odasına gelmeden önce banyo edilmesi için fotoğrafhaneye bırakmıştım.
“Banyo ediliyor” dedim.
“Neeeee!” diye bağırdı, “Ne yaptın sen! Yeni banyo hazırlatacaktım. Her makarayı teker teker banyo edecektik, bakacaktık, gerekirse yeni banyo hazırlayacaktık…”
Fotoğrafların “eski banyo” kurbanı olmasından korkmuştu.
Süklüm püklüm yanından ayrıldım.
Neyse ki, fotoğraflarda sorun çıkmadı.
“Dünya çapında…”
Hemen televizyon reklamları hazırlattı. Yazı dizisi başlamadan önceki gün birinci sayfanın büyük bölümü kaplayan bir anons konulacaktı.
Akşama doğru hazırlanan birinci sayfayı görmek için heyecanla pikaja indim. Doğan Bey sayfanın başındaydı, manşette “İşte dünya çapında röportaj” yazısı vardı.
“Dünya çapında röportaj” yazısını görünce içimden güldüm, “Doğan Bey de amma abartmış ha!” diye düşündüm.
Ama aslında haklı olan oydu, abartmamıştı, gençliğim ve deneyimsizliğimle ben yaptığım işin önemini o anda fark edememiştim. O, gerçekten de dünya çapında bir röportajdı. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Kazak, Özbek, Türkmen ve Kırgız gibi Türk asıllı halkları Türk kamuoyunu tanıtan bir yazı dizisiydi, gerçekten olay yaratmıştı.
Yanıldığım tek olay bu değildi…
Kadere bakın, daha geçen hafta gazetecilere saldırıların ardından şu satırları kaleme almıştım:
“1980’lerin sonunda Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Doğan Heper, muhabir Aydın Özdalga, otopark mafyasından dayak yiyince ertesi gün dev puntolarla, ‘Eşkıya şehre indi’ manşetini atmıştı. Önce bu durumu garipsemiş ve Heper’in abarttığını düşünmüştüm. Ama haklıydı çünkü Heper o manşetle aslında hem kendi muhabirine hem de gazeteciliğe sahip çıkmıştı. Çünkü Özdalga gazeteci olduğu için, kamu adına bir çarpıklığı sorguladığı için saldırıya uğramıştı…”
Milliyet tarihinin en büyük tiraj patlamasını onun döneminde yaşamış ve gazeteye ek verilen “karton evler” sayesinde baskı sayısı bir milyona ulaşmıştı.
* * *
Doğan Bey Moskova’dan gönderdiğim her habere sonuna kadar sahip çıktı, gazetede en güzel şekilde sunulması için uğraştı.
O yıllarda Milliyet 20’yi aşkın dış bürosuyla Türk basınında en güçlü dış haber ağına sahipti. Doğan Bey, sık sık birinci sayfanın bir köşesini dış muhabirlerden gelen haberlerin anonsuna ayırırdı:
“Turan Yavuz Washington, İskender Songur New York, Ahmet Sever Brüksel, Cenk Başlamış Moskova, Mişel Perlman Paris, Vahap Yazaroğlu Kuveyt…” Muhabirlerin imzalarının yanında mutlaka küçük birer fotoğrafı olurdu.
Muhabiri teşvik etmesini, elindeki malzemeyi okura en iyi şekilde sunmasını çok iyi bilirdi.
Kimi zaman Moskova’yı bizzat arar, görev verirdi, “Şimdi gidiyorsun Rus parlamentosuna, falanca kişiyi buluyorsun, konuşuyorsun, haberi hemen bana gönderiyorsun” derdi.
İstediği haber kolay değildi, hem de hiç değildi ama sıkı mı yapmamak! Neyse ki, onu hiç mahcup etmedim.
Tansu Çiller başbakan olduğu dönemde Moskova’yı ziyaret ederken sanıyorum Sabah’ta onun kaldığı otelin odasında “dinleme cihazı” bulunduğu iddia edilen bir haber çıkmıştı. Hemen otele koştum, işin doğrusunu öğrendim ve haber yaptım. Arkadaşım olan Moskova’daki Hürriyet muhabiri yaptığım haberi bir şekilde duymuştu. Haberi kendisiyle paylaşmamı rica etti, aksi halde gazetesine karşı zor durumda kalacağını söyledi. Buna tek başıma karar veremezdim, istemeye istemeye Doğan Bey’i aradım, durumu anlattım. “Tamam” dedi. Haberi en büyük rakibi olan gazeteyle paylaşmak fikrinden kuşkusuz hoşlanmamıştı ama rica benden geldiği için, o muhabir arkadaşı da zor durumda bırakmamak için kabul etmişti.
Bir ağabey-kardeş ilişkisi içinde yıllarda birlikte çalıştık. Beni hep destekledi, yanımda oldu, teşvik etti, onore etti, hep hakkımı verdi ama bunları kişisel bir sempatinin ötesinde gazetecilik dürtüsüyle yaptı.
1992 yılı başında çıkan “Kuğu Gölü Operasyonu- Sovyetleri Yıkan Darbe” kitabımın önsözünü yazdı.
Ondan çok şey öğrendim, ondan sonra birlikte çalıştığım hiçbir genel yayın yönetmeninde onun heyecanını, titizliğini, adaletini, babacanlığını göremedim.
Ona “abi” ve “sen” diyebilecek kadar samimiyetim vardı ama başladığı gibi hep “Doğan Bey” ve “siz” olarak devam etti.
Maalesef gazetecinin kaderinde var…
Uzun yıllar birlikte çalıştığı, samimi olduğu, sevdiği, saydığı meslektaşlarının ölümünün ardından gözyaşlarını içine atarak onlar hakkında yazı yazmak hem manevi bir sorumluluk hem de bir acı bir görev.
Önce neredeyse baba gibi sevdiğim Dinçer Güner, sonra hayatımı değiştiren Mehmet Ali Birand, ardından dostum Ali Haydar Yurtsever ve şimdi de…
Ah be Doğan Bey ah!..
(Bu yazıya noktayı koyduktan sonra, 31 yıldır tanıdığım Doğan Bey’in siyasi görüşünü, hangi partiye oy verdiğini-tahmin etmekle birlikte- bilmediğimi fark ettim. Günümüzdeki medya ortamına bakınca garip geliyor ama aslında normal değil mi? O gazeteciydi, sadece gazeteci)
Not: Bu yazı Doğan Heper’in altıncı ölüm yıl dönümü nedeniyle yeniden yayınlanmaktadır.
İlgili yazı: Milliyet’in efsane dış büroları
Fotoğraflar: Milliyet