Goethe, “Anlamsız yaşam erken ölümdür” demişti. Bir açıdan oldukça felsefi ve karmaşık, başka bir bakışla ise son derece yalın ve basit görünen bu ifadeyle anlamın önemini ne kadar da çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir.
Modern çağın zamanı hızlandırması sonucu günlük yaşamımızda zamanla yarışırken ve gittikçe karmaşıklaşan hayatın biz bireylere yüklediği çeşitli rolleri oynamaya çalışırken, çoğu zaman rutinleşen yaşamımızda neyi ne kadar anlamlı yapıyoruz? Bence çok temel ve üzerinde düşünülmesi gereken bir soru bu.
Toplumun bireyleri olarak bizler, modern yaşamın zaman zaman kaos boyutuna ulaşan karmaşası içinde maddenin, paranın, başarının ve tüketimin kutsandığı mevcut yaşam biçimine uyum sağlayabilmek için hep daha fazla çalışırken, yaşamın her alanının son derece parasallaştığı, adeta maddenin diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir ortamda bulunmaktayız. Bu ortamda kaçınılmaz bir şekilde, maneviyatın ve içselliğin içinin boşalarak şekilden ibaret kalması, samimi insan ilişkilerinin zayıflaması, bireyin kendine ve topluma adeta yabancılaşması karşısında, yaptıklarımızın ve yaşadıklarımızın içini doldurabilmek yani anlam katabilmek, çok hayati bir gereklilik olmaktadır bence.
Şöyle ki: Mesela anne baba olarak yaptıklarımıza mümkün olduğunca anlam katarak sahici ve iyi birer ebeveyn olabilirsek, iş yerinde yaptığımız işe mesleğimize anlam katarak, o işi gerçekten dolu ve saygı uyandıracak bir biçimde yapabilirsek, eğitim hayatımız da öğrenciliğimizi anlamlı kılabilirsek, arkadaşlık ilişkilerimizde samimiyeti ve gerçekliği arayıp oturtabilirsek, ne kadar da büyük bir kazanım elde etmiş olacağız aslında. Yaşamı ve insan ilişkilerini bayağılaştıran, bizleri tek düze ve sırf dışa dönük bir şekilde yaşamaya zorlayan, parayı ve maddi gücü baş tacı eden, yani kısacası hayatımızı bizlerden almaya çalışan ve insanlığımızı zayıflatan bugünkü ekonomik ve toplumsal düzende, anlamlılık adına yapacağımız her ne varsa büyük birer adım olmuş olacaklardır aslında.
“Seküler Çağ” adlı başyapıtında; modern ve seküler yaşam formlarının bireyi topluluk içinde erimekten kurtarması ve özgürleştirmesi yanında, dayattığı yarışmacı ve dışa dönük yaşamın ve özellikle tüketim kutsamasının birey üzerindeki yıkıcı etkilerini ele alan Charles Taylor şöyle diyor:
“Moda olan ürünler aslında insan refahını arttırmazlar, bütün bunlar kendi kendimize ve bizim gibi düşünenlerden oluşan bir sosyal çevrede oynadığımız bir oyundur ve bu açıdan yalnız savaşçının sahte kahramanlık hikayesini andırırlar. Bunu yaparken sahici şeyleri feda etmektesinizdir. Gerçekten faydalı olan şeyleri, gerçek ilişkileri bir dizi gösteriş uğruna, doğadan alınacak gerçek hazzı eğlence dolu bir yaşam tarzına feda etmektesinizdir. Bu durum sürdürülemez, hayatı aslında dolduramazlar, bunların yokluğunda geride büyük bir boşluk kalır.”
Bu sözleriyle mükemmel anlattığı gibi yaşamımızı gösterişli, gürültülü ve bir o kadar içi boş şeylerle doldurmak yerine gerçek olan, gerçekten önemli olan şeylerle doldurmak, yani yaşamımıza anlam katabilmek, büyük bir iç zafer olacaktır kanımca.
Mevcut yaşam biçiminin kuralları ne kadar katı olsa da, söz konusu bu toplumsal yapı içinde dik durabilmek, benliğini koruyabilmek çok zor da olsa, çoğu insanın kolaycı bir tavırla yaptığı gibi, topu adeta görünmez bir canavar olan sisteme atmadan “Ben ne yapıyorum?” diye sorarak yaptığımız her şeyin içini doldurabilmek, yani her rolümüzü anlamlı kılabilmek, çevremizi saran anlamsızlığın ağır baskısına maruz kalan bizler için ve sonuçta bütün bir toplum için eşsiz bir kazanım olacaktır.
Kaynak: Charles Taylor, Seküler Çağ