Ayakkabı takıntısı olmayan kadın pek yoktur da ayakkabı fetişisti olmak bambaşka. Ben de ayakkabı çok severim ama delice tutkun olduğum şey müzeler. Her türlü müzeyi peşinen sever ve de gezerim. Ancak size gezmediğim bir ayakkabı müzesinden dem vuracağım. Bana ne ayakkabının müzesinden deyip sakın okumamazlık etmeyin, garanti veriyorum, ilginizi çekecek.
Marikina Ayakkabı Müzesi, Manila şehrinde 2001 senesinde açılmış. Müzede bazıları sanatçı elinden çıkma 800 çift giyilmiş ayakkabı sergileniyor. Bu ayakkabıların hepsi aynı numara çünkü tek bir kadına aitler. Sarayında yaşarken 3.000 çift ayakkabısı olduğu söylenen bu hanım “yok canım benim sadece 1060 ayakkabım var” dediğinde sene 1987. Saraylı yıllarının bitiminin bir yıl sonrasında. Bu hanım bir güzellik kraliçesi. Müzede bütün ayakkabıları yok çünkü bekletildikleri depoya yağmur sızıntısı olduğu için 1000 küsur ayakkabısı küflenip bozulmuş. Zavallıcığın ayakkabılarına yazık olmuş, zaten artık sarayı da yokmuş.
Bu ayakkabı fetişistinin yaşam öyküsü film olmuş. O filmde bir ilkokul arkadaşı “çocukluğumuzda yolumuz yoktu, çamurun içinde çıplak ayakla okula yürürdük” diye anlatıyor. Bir giydiği ayakkabıyı bir daha giymemesiyle tanınan bu kadının çocukluğunun çıplak ayak geçtiğini öğrenmek hem sosyolojik hem de psikolojik açıdan ilginç.
Eskiler bileceklerdir, ayakkabılarıyla ünlü bu kadının adı İmelda. Şu anda 93 yaşında ve dimdik ayakta. Giyimine kuşamına aşırı harcama yapması ile ilgili suçlamalara da dimdik cevap veriyor hâlâ. 2019 yılında yapılan Kingmaker adındaki bir belgeselde “First Lady olunca sorumluluk üstelendim. Üstüme başıma özen gösterdim, güzelliğime de. Çünkü yoksullar yıldızlara bakarlar. 50 milyon Filipinli için güzel olmak ve güzel giyinmek zorundaydım, buna savurganlık demek doğru olmaz” diyor. Aklım yaşam öyküsü filmine geri kayıyor ve Amerikan askerlerinin çöplerindeki paraşüt parçalarıyla yapılan elbiseler giyen bir kızın, dolaplar dolusu elbiseye gözünün doymayışını anlamam kolaylaşıyor.
İmelda’nın hikâyesi bir Amerikan masalı. Ülkesi Filipinler ile ABD ilişkisinin hikâyesi uzun ve karmaşık. Filipinler 45 yıl süresince Amerikan sömürgesi. Amerikancılık yüzünden de Japonların hedef tahtası. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1946’da bağımsız oluyorlar ama Amerika öyle ha demeye çekip gitmiyor. Çin, Rusya, Kore derken komünizmin yayılımından öyle korkmuş ki bölgeden çıkmak istemiyor. O yüzden de hem uçakları hem de gemileriyle Filipinlerde konuşlanmış. Türkiye dâhil komünist ülkelere yakın her yere üsler kurmuş ama en büyük üssü Filipinlerde. Amerika bizzat yönetiminde değilse de Marcos sayesinde iktidarda.
İmelda, genç yaşında köyünden çıkıp başkentteki halasının yanına geliyor. Girdiği güzellik yarışmasında Manila güzeli seçildiğinde tek bir amacı var, artist olup yoksulluktan kurtulmak. Bir arkadaşı “mecliste yakışıklı adamlar varmış, gidip bir göz atalım” deyince girdiği meclis binasında, başkanlık yarışındaki Ferdinand onu görür görmez çarpılıyor.
Ferdinand’ın teklifini tereddütsüz kabul edip hemencecik evlenen İmelda, kocasının kampanyalarına aktif biçimde katılıyor. El ele kol kola başkanlık yarışını kazanıyorlar. Daha önceki başkan eşleri gibi sıradan bir ev kadını olmuyor, hep aktif, hep ön planda kalıyor. İktidarları süresince başarılı politikacı ile güzel karısı, fotoroman kıvamında bir yaşam sürüyorlar. Mesela New York Metropalitan’ın açılış galasına Amerikan başkanı ve karısının eşiğinde katılıyorlar. Amerikan gazeteleri onu Jacqueline Kennedy ile aynı kefeye koyuyor.
İmelda, “Bir kralla ya da başkanla görüşeceksem giyinip hazırlanmam bir saat sürer ama halkın karşısına çıkacaksam iki saati bile aşar, çünkü ben fakirler için bir rol modelim” diyor. Halkın kendilerinden birinin yaşadığı güzel (!) hayatı görerek kendileri yaşıyormuş gibi sevindiklerini anlatıyor. Bu yorum bence size de epeyce bir şeyler çağrıştırıyordur…
İmelda, ülkesinde bir idol oluyor. Devletle işi olanların ilk görüştükleri kişi oluyor. Çoluk çocuk sahibi olduğunda artık kocaman bir de sarayı oluyor. Milyonlarca da hayranı. Çünkü sadece kendisine saray yaptırmıyor. Hastane binaları, kiliseler, kültür merkezleri, spor kompleksleri, köprüler de yaptırıyor. Başkent Manila’nın belediye başkanı da oluyor. Şehre bir film merkezi de inşa ettiriyor. Çabuk bitsin diye aşırı baskı yapınca çimento kurumadan atılan katlar çöküyor. 36 kişi altında kalıyor. Bu ölümlerde suçu olduğunu kabullenmiyor. Bu katliamı da üç dört kişi öldü, diye anlatıyor.
İmelda hem kendini süslüyor hem de başkanı olduğu Manila şehrinin kozmetik görünümüyle yakından ilgileniyor. Güzelliğinin yanı sıra oldukça karizmatik bir kadın. Uluslararası arenada da neredeyse bütün görüşmeleri o yapıyor. Kaddafi’yle bizzat görüşmeye gidiyor. Castro’yla da o görüşüyor. İktidarı uzun olunca pek çok Amerikan başkanlarıyla da dans görüntüsü oluyor. Zaten dans etmeyi ve şarkı söylemeyi çok seviyor. Vitrin çalışması denilen şey bu olmalı.
İmelda’nın kocası ABD desteğiyle ülkesini 21 yıl yönetiyor. Yönetme biçimi yüzünden adı diktatörler listesinin en tepesine yerleşiyor. 1969 yılında yeniden seçilebilmek için 250 milyon dolar harcıyor ki bu seçim ülke tarihinin en kirli seçimi olarak anılıyor. Ferdinand, karşıtlarını hapse attırıyor. 1970’lerde cezaevlerinde 70 bin politik tutuklu var. Ne mahkemeye çıkarılıyorlar ne de görüşmeye. Askerlerin yönetimindeki bu cezaevlerinde işkence diz boyu. Binlerce insan kayıp listesinde, akıbetleri bilinmiyor. Rakip aday Aquino 1983’de hava alanında öldürülüyor. İmelda’ya göre onların döneminde insan hakları ve şiddete ilişkin hiçbir sorun yok.
Marcos’ların iktidarı döneminde ülke yokluktan yoksulluktan kan ağlıyor ama kendilerinin serveti katlandıkça katlanıyor, milyarlarca doları aşıyor. Bu servetin 300 bin doları karı kocanın resmi maaşlarının tutarı. Geri kalan onca milyarın kaynağını da açıklıyor İmelda. İyi yerlerden mülk almışlar, 20 sene de uzun zamanmış, malları bu sürede çok değerlenmiş. Bu ve benzer pek çok konuda anlattıklarını birçok filmde ve belgeselde dinledim. Amerikalılar epeyce film yapmışlar bu kadın hakkında. New York başta olmak üzere pek çok yerde mülkü var İmalda’nın. Dünyanın en zengin kadını olarak yer alıyor 1980’lerin gazetelerinde.
İnanılır gibi değil ama 21 yıl süren Marcos diktatörlüğünü bir seçim bitiriyor. Bütün muhaliflerinin tek vücut olduğu 1986 seçimlerinde öldürülen Aquino’nun karısı başkan oluyor. Seçim listelerinde bin bir çeşit hile yapan Marcos bu sonucu hiç beklemiyor. Sonucu da kabullenmiyor zaten. Ancak seçim sonuçlandığında ailecek görüştükleri Nixon telefonuna bile çıkmıyor. Yetmezmiş gibi basın açıklaması yapıp kazananları kutladığını söylüyor. Yeni seçilen kadın başkan “pılını pırtını topla da hemen ülkeden çık git” diyor Marcos’a. İmelda “birkaç bavula ne sığdırabilirdim ki, çok özel takılarımı torunlarımın çocuk bezlerinin içine saklayıp yanıma aldım sadece” diyor.
Marcos’lar nereye gidecekler, elbette ABD’ye gidiyorlar. Amerika onların ortalıkta olmalarını istemiyor olmalı ki uçakları gizli servis ajanları eşliğinde Hawaii’ye indiriliyor. Pasifik Okyanusu’nun ortasına, Amerika kıtasının epeyce uzağına. Bu adada epeyce Filipinli yaşıyor. Daha bir ay önce kendi yazlık mülküne geldiğinde coşkuyla karşılandıkları için Marcos, ailesi ve yakınları (!) ile gönlü rahat iniyor uçaktan. Ancak daha ertesi gün başlıyor protesto gösterileri. “Marcos hırsız, katil, diktatör, faşist” yazan pankartlarla doluyor Hawaii. Gizli servisin korumasına rağmen rahat edemiyor Marcos’lar. Bir de uçaktan inerken dikkat çekmesin diye çocukların kucağında taşıttıkları bebek bezi kutuları var. Bu karton kutularda ülkelerinden kaçırdıkları mücevherler, altınlar, Amerikan borsa senetleri ve nakit para var. Huzur bulamadıkları evde bunlar da tehdit altında. Nixon da hiç hoşlanmıyor, bebek bezlerin içindeki 10 milyon dolar nakitten.
İmelda kapı kapı dolaşıyor. Hem müzayedelerde mücevherlerini satmak için hem de sığınacakları yeni bir yer bulabilmek için. Özel sekreterinin New York’taki mülkünden gizlice çıkardığı bir Monet tablosunu 40 milyon dolara satıyor. Taçları, gerdanlıkları satış rekoru kırıyor. Nereye gitse sevgi seliyle karşılanıyor. Ancak bunca sevilmesine rağmen kimse “bize buyurun” demiyor. Çocukları Amerika’nın değişikli yerlerine yerleşiyor ama Marcos çifti yaşamını Hawaii’de tedirginlik içinde sürdürmek zorunda kalıyor. Zaten hasta olan Ferdinand, bu gerilime daha çok dayanamıyor, sürgünün üçüncü yılında 1989’da kalp krizi geçirip ölüyor.
İmelda, Kennedy’i kaybeden Jackie gibi vakur dulu oynuyor. Hatırlı kişileri devreye sokarak kocasının cenazesinin ülkesinde gömülmesini sağlamaya çalışıyor. Bayan Aquino “cenazesi bile kargaşaya neden olur” diye izin vermiyor. İmelda bu durumu hukuksuzluk olarak adlandırıyor.
İmelda, kocasının ölümünden sonra da lüks ve şatafat içinde gününü gün ediyor. Punduna getirip ülkesine de geri dönüyor. Devlet Başkanlığına aday olup kaybediyor ama kongreye girmeyi beceriyor. Oğlu bir şehre belediye başkanı kızı da kendi gibi kongre üyesi oluyor. Gene işlerini yürütüyorlar.
İmelda hakkında hırsızlık, soygun, rüşvet, ülke varlıklarını yurt dışına kaçırmak vb. suçlamalarla 900 ayrı dava açılıyor. Ancak uzun yıllar geçmesine rağmen bu davalar bir türlü sonlanamıyor. Çünkü hâlâ onu çok sevenler var. “Marcos gelmiş geçmiş en iyi başkandı” diyen epeyce bir insan da var Filipinler’de, göz kırpmadan insan öldüren epeyce bir silahlı insan da. Bu koşullar altında kimse İmelda’yı hapsetmeyi göze alamıyor. Hâlâ özgür ve şimdilerde 93 yaşında. Bu yaşta hapse atsalar ne olacak zaten…
Filipin devleti uluslararası çalışan avukatlar tutuyor ve ülkeden çaldıkları paraların peşine düşüyor. Ancak paralar sır, bir türlü izini bulamıyorlar. Sadece, İmelda’ya ait bir İsviçre bankasındaki 659 milyon dolar Filipin hükümetine iade ediliyor 2003 yılında, hepsi o. Bu arada Filipin hükümeti “asker dulu” olma sıfatıyla İmelda’ya aylık 90 dolar (!) maaş bağlıyor.
İmelda dindar bir kadın. “Tanrı beni yanına aldığında bu dünyada nasıl yaşadığımı soracak. Bana bahşettiğin her şeyi layıkıyla kullandım, görevlerimin hepsini yerine getirmek için bütün gücümle çalıştım” diyeceğini anlatıyor…
Bir ayakkabı müzesinin gepgerçek hikâyesi işte böyle. Benim gençliğimde öğrendiğim bir şey vardır: Ayakkabı çantaya uymalıdır. Bu ikilinin rengi biçimi uymuyorsa bile dokusu uygun olmalıdır. Ferdinand ile İmelda’nın hiç doku uyuşmazlığı yok. Çanta ve ayakkabı gibi birbirlerini tamamlıyorlar. Bu ayakkabı hikâyesi ise bende çanta hikâyesi çağrışımları yapıyor.
İnternette biraz bakındım, dünyada pek çok ayakkabı müzesi var, birçok da çanta müzesi var. Ancak tek bir kadına ait çantalardan oluşan bir müze yok. Böyle bir müze sanırım yakında açılacaktır. Bir müze sever olarak ziyaretçisi olmaktan ben de çok keyif alacağım.
Unutmadan, Marcos’ların sarayı da artık bir müze. En çok ilgi çeken de İmelda’nın giysilerinden çok genişliği 3 metre olan özel yatağı. Müzeyi gezen biri “benim gecekondumdan daha büyük bu yatak” diyor filmde. Filipinli olmakla Amerikancı olmak yatak boyutuyla da ölçülebiliyor demek ki.
“Yatacak yeri yok” denilenlerin “yatağı” da epey ferah oluyor anlaşılan…