Eylül, Akatlar zamanından beri bilinir, Akad dilinde “Elulu” hasat demekmiş. (*)
Akadlar, hasat veya bağ bozumu zamanında şenlikler düzenler, bu şenliklerin gerçekleştiği mevsime de “Elul” dermiş. Sonrasında bu deyim Sami toplulukların, Asurların, Babillerin Aramilerin, Yahudilerin ve Arapların dillerine geçmiş, bize de “Eylül” olarak Arapça üzerinden Süryanice kökenli olarak gelmiş.
“Sarı Yaz” olarak da tanımlanan eylülde yapraklar yeşilden sarıya doğru değişirken ortaya çıkan pembe, kırmızı, kahve tonları ile romantik bir renk armonisi yaratır.
Ne yazık ki, ülkemizde 69 yıl önce yaşanan bir olay ile eylül ayının bu şenlik ve renk cümbüşü kapkara bir lekeye dönüşmüştür.
Olaylar 6 Eylül 1955 Salı günü öğle saatlerinde radyoda Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığına dair haberle başladı.
Birkaç saat sonra günlük trajı 20-25 bini geçmeyen “İstanbul Ekspres” gazetesi 250.000 adet yıldırım baskı yaparak olayı İstanbul’da duyurdu.
İşin ilginç yanı, ülkede döviz sıkıntısı vardı, büyük gazeteler bile kağıt tahsislerinde zorlanıp 30.000 üzerinde baskı yapamıyordu. Ama Gökşin Sipahioğlu’na ait bu küçük İstanbul gazetesinin ikinci baskıyı 250.000 adet yapmıştı.
Haberin okunduğu saatlerde Haliç civarındaki Cibali Sigara Fabrikası işçileri bir grup üniversite öğrencisiyle birlikte Eyüp, Ayvansaray, Balat semtlerinden geçerek İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Yol boyunca ellerinde tornadan çıkmış gibi aynı düzgünlükte sopalarla önceden kendilerine verilmiş adreslerde bulunan Rumlara ait evleri ve iş yerlerini tahrip etmeye başladılar.
Toplanan bir başka grup Samatya, Yedikule ve Bakırköy tarafına yönelirken, bazı küçük gruplar da teknelerle Kınalı, Heybeli, Burgaz ve Büyükada’ya hareket etmişti.
Ne hikmetse, İstanbul’un dört bir tarafında olay çıkartan bu gruplara dur diyecek, onları engelleyecek tek bir emniyet gücü görünmüyordu.
Kalabalık İstiklal Caddesi’ne çıkıp Rumlara ait mağazaları yakıp yıkıyor, Rum kiliselerini basıp papazları zorla sünnet ediyor, buldukları kutsal ikonaları parçalıyor, civardaki Rum evlerine girip kadın ve kızlara tecavüz ediyordu.
İstiklal Caddesi’ndeki olayların olduğu yerden birkaç adım ötede Tarlabaşı Karakolu bulunduğu halde, polisler olaylara engel olmak için yerlerinden kımıldamıyor, başlarını dışarı dahi uzatmıyordu.
O gün İstanbul’da oturan Rum vatandaşlarımız, hayatlarının en uzun gecesini yaşadılar. Kendilerini koruyacak bir devlet, başlarını sokacak güvenli bir yer bulamadılar, şanslı olabilenler iyi kalpli komşularına sığınarak hayatlarını kurtarabildiler.
Günün sonunda Rumlara ait 7000 den fazla ev, iş yeri, ibadethane yakılıp yıkılmış, 30’dan fazla Rum vatandaş hayatını kaybetmiş ve sayıları belirlenmeyen Rum kadınlara tecavüz edilmişti.
Adnan Menderes hükumeti ancak ertesi sabah, 7 Eylül Çarşamba günü olayın vahametini anlamış, “Derin Devlet” kokan bu operasyonu durdurmak için sıkıyönetim ilan etmiş ve asker şehre girip düzeni sağlamıştı.
Birkaç gün sonra Yunanistan hükumeti, Atatürk’ün evine bir Türk öğrenci tarafından provokasyon amaçlı ses bombası atıldığını ama atıldığını ortaya çıkarmıştı ama işi işten geçmişti.
Bir zamanlar İstanbul’un neşesi olan Rum komşularımız bu olay üzerine imkanları olanlar haklı olarak İstanbul’u terk etti.
Çocukluğu Bakırköyde geçmiş biri olarak, Rum komşularımızın gidişi sonrası semtimizin ne kadar renksizleştiğine bizzat şahit olmuştum.
Giderken şehrin neşesini de götürmüşlerdi, onların olmadığı bir İstanbul’da eğlencenin ve yeme içmenin de tadı kalmamıştı.
2024 yılı başında Yunan hükümeti Ege’deki 10 Yunan adasına girişi kolaylaştıracak bir karar aldı; Türkler bu adalara gümrük kapılarında verilecek vize ile giriş yapabilecekti.
Ege kıyılarındaki Türk esnafı bu karara pek beğenmese de, Türk halkında bu adalara karşı ciddi bir ilgi oldu.
Bodrum, Turgutreis bölgelerinden Yunan adalarına sefer yapan bir feribot kaptanı ile görüştüm. Her gün 2500 civarında Türk insanının Yunan adalarına giriş yaptığını, sadece Turgutreis’ten 600 kişinin günlük olarak Kos Adası’na gittiğini söyledi,
Yunan adalarına bu büyük ilginin altında sadece oralardaki ucuz yeme içme, eğlence olduğunu sanmıyorum.
Bu ilginin altında belki de bilinçaltımızda saklanan Balatlı, Samatyalı, Büyükadalı, Bakırköylü komşularımıza duyulan özlem yatıyordur.
Belki de vicdanımız ülkemizden kaçırdığımız bu insanlara bir özür borçlu olduğumuzu, bu nedenle onlara gitmemiz gerektiğini söylüyor…
(*) Mahir Ünsal Eriş; “Babil Kulesi Kitabı”
Görsel: BirGün