Son günlerde gerek dünyada gerekse Ankara’da politikacılar Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkma olasılığını gündeme getirmeye başladılar.
Haksız da değiller. İsrail’in Orta Doğu’daki saldırganlıkları artarak devam ediyor ve bu Batı tarafından (özellikle ABD, Birleşik Krallık ve tarihi nedeniyle suçluluk kompleksi olan Almanya) anlayışla karşılanıyor. Yemen’deki Husiler de Babülmendep Boğazı’nı ticari gemi ulaşımına büyük oranda kapatarak bu çatışmalara müdahil oldular.
İran ise, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki kendine yakın silahlı gruplar vasıtasıyla İsrail’e karşı düşük yoğunluklu bir savaş içerisinde. Kendisi deklare etmese de, nükleer silahlara sahip olan İsrail, İran’ın da nükleer silah üretmesini istemiyor. Suikastlar, hava saldırıları ve özellikle ABD üzerinden oluşturduğu yaptırımlarla bunu engellemeye çalışıyor. Bu iki ülkenin her an doğrudan karşı karşıya gelmesi büyük olasılık.
Gazze’deki soykırımı sona erdirdikten sonra, İsrail’in güney Lübnan’daki İran’ın müttefiki Hizbullah’ı hedef almasına kesin gözüyle bakılıyor. Bunu engelleyecek tek olasılık, Gazze’de tarafların ve destekçilerinin kabul edeceği bir ateşkesin ilan edilmesi. Bu sağlanamadığı taktirde Orta Doğu’daki ateş daha da büyüyecek.
Orta Doğu’da bir başka çatışma da Yemen’de. Bu ülkede Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ı da içine çekmiş olan iç savaşın devam ettiğini ve ülkenin büyük olasılıkla ikiye bölüneceğini unutmayalım.
Suriye ise başlı başına bir sorunlar yumağı. Şiddetli bir iç savaş yaşayan, şehirleri harabeye dönen, milyonlarca kişinin yurt dışına kaçmak, milyonlarca kişinin de ülke içerisinde yer değiştirmek zorunda kaldığı bir ülke.
Maalesef bu iç savaşın sorumlularından biri de Türkiye. “Stratejik derinlik” iddiasıyla Müslüman Kardeşler’i (İhvan) Suriye’de yönetime dahil etmek için iç savaşta taraf olduk. Esad’ın hemen devrileceğini ve Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılacağımızı hayal ettik. Atatürk Türkiye’sinin Osmanlı’nın son döneminde edinmiş olduğu engin deneyimlerin sonucu oluşturduğu Yurtta Sulh Cihanda Sulh prensibini terk ettik. Bunun alt kırılımı olan Arapların kendi aralarındaki çatışmalara taraf olmama prensibinden de vazgeçtik. Sonuçta tam sayısı bilinmemekle birlikte, 5-10 milyon civarında olduğu tahmin edilen Suriyeli bir nüfusu ülkemize göçmen olarak kabul ettik. Başta Afrika’dan ve Afganistan’dan olmak üzere başka pek çok ülkeden gelenlerle ülkemizin demografisi tamamen altüst oldu.
Şu anda Suriye üç parçaya bölünüş durumda. Bir tarafta Beşşar Esad yönetiminde resmi Suriye Devleti var. Esad rejimini Rusya, İran ve Lübnanlı Hizbullah milisleri destekliyor. Rusya’nın ülkede bir hava, bir de deniz üssü var.
Türkiye’nin kışkırttığı, bir zamanlar Katar tarafından da desteklenen Sünni dinci militanlar ise ülkenin kuzeybatısını büyük oranda kontrol ediyor. Eski adıyla Özgür Suriye Ordusu, yeni adıyla Suriye Milli Ordusu adını almış olan bu grup, kendi içerisinde de bir parçalı bohça görünümünde. İçerisinde her türlü dinci grup var. Hatta bazı yabancı savaşçılar da burada. Türkiye bu gruplara askeri ve mali açıdan yardım ediyor, bölgeye posta, eğitim, enerji, sağlık gibi hizmetler sunuyor.
Suriye’nin üçte birine tekabül eden kuzeydoğusundaki geniş bir bölge ise PKK’nın denetiminde (Harf salatasına girmemek için ben PKK olarak tanımladım). PKK’nın baş destekçisi ise ABD. Bazı Batı ülkeleri de PKK’ya destek veriyor.
ABD PKK’nın 70 bin kişilik bir ordu kurmasını sağladı. NATO müttefiki Türkiye’ye vermediği Javelin tanksavar silahları da dahil olmak üzere, bu orduyu donattı ve eğitti. Şimdi de helikopterlerden oluşan bir hava gücü oluşturmasına yardım ediyor. Bize karşı kullanması içinde hava savunma silahları veriyor.
ABD bu eylemine gerekçe olarak İŞİD ile mücadeleyi gösterse de, asıl hedefin İsrail’e müttefik, İran’a düşman, Arap olmayan bir devlet oluşturmak olduğu herkesin malumu. Bu devletin kuzeydoğu Suriye, kuzey Irak ve Türkiye’den toprak talebi olacağı açık.
Rusya-Ukrayna Savaşı ise kuzeyimizde devam ediyor. Batı, Ukrayna’yı korumaya, aslında Rusya’yı zayıflatmaya çaba gösterirken, Rusya da saldırganlıklarına devam ediyor. Ukrayna’da beklediği hedeflere ulaşamasa da bugüne kadar elde ettiği kazanımları koruyacak gibi.
Bu arada Gürcistan’ı da yeniden kendine bağlı bir ülke yapma çabasında. Zaten, Abhazya ve Güney Osetya’yı denetimine almış durumda. Fırsatını bulursa Kazakistan, Baltık cumhuriyetleri ve Moldavya’ya da bulaşacak.
Uzak Doğu’da ise Tayvan sorunu her an savaşa dönüşebilir. Ayrıca Çin’in Çin Denizi’ndeki aşırı talepleri de ek bir sorun olarak önümüzde duruyor. Çin-Hindistan sınırındaki çatışmalar, Pakistan ile Hindistan arasındaki gerginlikler de her an patlamaya hazır sorunlar.
Afrika’da, özellikle Sahel bandında da karışıklıklar hat safhada. Bir dizi darbe sonucu bu bölgedeki pek çok ülkede yönetime el koyan diktatörler, eski sömürgeci Fransa’yı, eski adıyla Fransız Batı Afrikası olan bu bölgeden büyük oranda kovaladılar. Ancak, yerine de Rusya’nın paramiliter gücü Wagner ve ona bağlı şirketleri, adeta ‘gelin biraz da bizi siz sömürün’ diye davet ettiler. Pek çok cihatçı örgüt de buralarda aktif.
Sudan’da şiddetli bir iç savaş, zaman zaman soykırımlara da neden olarak, devam ediyor.
Dünya düzenini korumak ya da geliştirmek için çaba göstermesi gereken ülkeler ise ayrı bir alemde. Rusya’nın başında eski imparatorluk hayalleri peşinde koşan bir diktatör var. Çin’de ise dünyanın yeni lideri olma çabasındaki bir devlet başkanı dikkat çekiyor. Çin bu çabalarında hem askeri hem de ekonomik ve diplomatik gücünü kullanmaktan çekinmeyeceği mesajını her fırsatta veriyor. Bir yandan da muazzam bir silahlanma seferberliği içinde.
Avrupa’ya gelince…
Küresel gelir dağılımının bozulması, iklim değişikliğinin etkileri ve savaşlar nedeniyle, ki bunların hepsi aslında birbiriyle iniltili, büyük bir göç baskısı altında. Bu konuları yönetebilecek liderleri ise maalesef yok. Şaşkın ve çaresiz izlenimi veren geniş halk kitleleri, çözümü sağ iktidarlar, hatta faşizmde arıyor. İtalya’da Mussolini’nin faşist Partito Nazionale Fascista’nın (PNF) devamı olan bir parti şu anda iktidarda. Macaristan ve Slovakya’da aşırı sağ popülistler yönetimde. Nazizm’in doğduğu ülke Avusturya’da da toplum yine aynı rahatsızlıklardan mustarip gibi. Hollanda’da Gert Wilders’in lideri olduğu aşırı sağ parti de seçimlerde en fazla oyu aldı ve halen iktidardaki koalisyonun büyük ortağı.
Tüm bu değindiğim ülkelerde, Orta Doğu, Afrika ve kısmen de Ukrayna’dan gelen kontrolsüz göçmen akımları nedeniyle ciddi bir yabancı düşmanlığı oluşmuş durumda. Avusturya-Türkiye maçı öncesi ve esnasında Avusturyalı taraftarların söylediği şarkılarda ve attıkları sloganlarda da zaten bir kez daha ortaya çıktı. Birleşik Krallık’da Brexit’e neden olan aşırı sağ Reform UK son seçimlerde %14.3 oy oranıyla üçüncü büyük parti konumuna geldi.
Almanya’da ise “Almanya için Seçenek” (Alternative für Deutschland-AfD) isimli parti Nazi kökenlerini gizlemiyor bile. Şu anda Almanya’da ikinci parti konumunda.
Gelelim ABD’ye…
Orada da çok ciddi bir liderlik krizi yaşanıyor. Bir tarafta artık hiçbir şansı olmayan, yaşı gereği bazı zihinsel melekelerini kaybettiği açık açık görülen bir aday ile megalomanyak, kriminal ve ahlaki değerleri olmayan bir başka aday bu Kasım’da yapılacak seçimlerde yarışacak. Yeniden başkan olması neredeyse kesin görülen Trump’ın ikinci döneminde, ABD’de ve dünyada dengelerin nasıl değişeceğini kestirmek mümkün değil ama iyi şeyler olmayacağı da kesin. Bu ülkede de dengeleri bozan konu, korkunç boyutlara varan sınırdan kaçak girişler.
Bu kadar popülist, dengesiz liderin bir arada olduğu bir dönem herhalde tarihte az yaşanmıştır.
Tüm bunlara ek olarak, özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyada inanılmaz bir silahlanma yarışı söz konusu. Uzak Doğu’daki Tayvan gerilimi de silahlanmayı teşvik ediyor. Silah üreticileri üretimlerini hızla artırmaya çalışıyor.
Ünlü Rus/Ukraynalı oyun ve kısa hikaye yazarı Anton Pavloviç Çehov’un çok tekrarlanan meşhur bir sözü vardır. ‘Eğer [bir tiyatro eserinde] birinci perdede duvarda asılı bir tüfek varsa, ya ikinci perdede ya da üçüncü perdede mutlaka patlamalıdır. Aksi halde o tüfek orada olmamalıdır’ demiştir. Şu anda dünya sahnesinde duvarda pek çok silah var ve yenileri asılmaya devam etmekte. Sahnede de birçok çapsız, popülist ve megolamanyak oyuncu yer aldığına göre, durum gerçekten vahim ve Üçüncü Dünya Savaşı çıkma riski gerçekten var.
Tüm dünyada gündeme gelen bu konunun doğal olarak Türkiye’de de yansımaları oldu. Önce Dışişleri Bakanımız, sonra da Milli Savunma Bakanımız bu bağlamda bazı açıklamalarda bulundu. Eski bir genelkurmay başkanı da olan Milli Savunma Bakanımızın demeci Türkiye’nin Üçüncü Dünya Savaşı’na hazır olduğu yönündeydi.
Ancak benim bu konuda bazı endişelerim var. Bu endişelerim de, hem dünyada savaşa yönelik teknolojik gelişmelerden, hem ekonomik durumumuzdan, hem de tarihimizdeki bazı olaylardan kaynaklanıyor.
Dünyada halen birkaç çeşit savaş aynı anda yaşanıyor. Günümüzdeki savaşların bir bölümü klasik ordularla silahlı terör/gerilla grupları arasında oluyor. Bu gayrı resmi silahlı örgütler, dış destekçileri sayesinde zamanla klasik orduların zorlandığı muhataplar haline gelebiliyor. Gazze’de Hamas, Yemen’de Husiler, Lübnan’da Hizbullah, bunlara örnek olarak verilebilir.
Türkiye bu asimetrik savaşta oldukça deneyimli ve başarılı. İran, Suriye, Yunanistan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Rusya, İran, Ermenistan, ABD, Almanya, Birleşik Krallık, İsveç gibi bazı ülkelerden zaman zaman destek alan, sınır ötesi yayılımları nedeniyle tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayan PKK’yı, zaman zaman sivil ve askeri kayıplar vermesine rağmen Türkiye baskı altında tutabiliyor.
Ancak, dış politikamızda ulusal çıkarları tehlikeye atacak bazı yalpalamaların ortaya çıkması nedeniyle ileride gerek asimetrik gerekse klasik savaşlarda başımız çok ağrıyabilir.
“Tampon ülke”
NATO içerisinde olmakla birlikte, ittifak içerisinde güvenilmez bir müttefik imajı yaratmış olmamız, ulusal güvenliğimiz açısından ciddi bir zafiyet oluşturuyor. Batı, NATO’nun güneydoğu kanadında Türkiye’yi artık bir “tampon ülke” olarak görmekte, asıl savunma hattını Yunanistan ve GKRY ile oluşturmakta, hatta buna İsrail ve PKK’yı da eklemekte.
Dikkat ederseniz Türkiye’nin çevresi Batı’nın desteklediği bu ülkeler ve terör gruplarıyla çevrelenmiştir. Bize hala ciddi bir silah ambargosu uygulanırken, ileri teknoloji silahlar komşularımıza hatta terör örgülerine aktarılmaktadır. Örneğin, Almanya Türkiye’ye ileri tank teknolojisi ve savaş uçakları vermemektedir. Fransa ise yüksek irtifa hava savunma silahları konusunda sorun çıkarmaktadır. Ayrıca ciddi şekilde Yunanistan, GKRY ve Ermenistan’ı bize karşı kışkırtmakta, silahlandırmaktadır.
Ukrayna-Rusya Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda geliştirilen taktikler ve donatının, geliştirilmiş şekilde günümüz savaşlarında da geçerliliğini koruduğunu gösterdi. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nda ön plana çıkan siper savaşları, diğer yandan İkinci Dünya Savaşı’nda geliştirilen tank koruganları bu savaşta da kullanılmakta.
Ancak, drone kullanımı, gelişmiş hava savunma sistemleri, elektronik engelleme ve karıştırma, uzun menzilli füzeler de modern konvansiyonel savaşın yeni ögeleri haline geldi. Günümüz savaşlarında, haberleşme ve savaş alanını anlık olarak görebilme dahil, istihbarat ve yapay zeka kullanımı (YZ) büyük önem arz etmekte. Ayrıca psikolojik harp, bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde bir başka boyuta geçmiş durumda. Aynı teknolojiler kullanılarak ülkelerin ekonomik altyapısı da kolaylıkla felç edilebiliyor.
Türk Milli Savunma Bakanı her ne kadar “Üçüncü Dünya Savaşı’na hazırız” dese de, bunun gerçekçiliği şüphe götürmekte. Her şeyin başında, Türkiye’nin hava savunma sistemleri yetersiz, dolayısıyla ülke çatısı olmayan bir ev gibi. Her ne kadar kendi teknolojimizle alçak ve orta hava savunma sistemleri geliştirmiş olsak da, bunların adedi son derece kısıtlı.
Bir senaryo olarak, İran veya ABD’nin PKK’ya 30-40 kadar düşük maliyetli, İran’ın üretmekte olduğu Şahid drone’larından verdiğini düşünelim. PKK’nın da bu silahları bize karşı kullandığını. Kendimizi nasıl savunacağımız sizi endişelendirmiyor mu? Beni ediyor. Ayrıca Middle East Eye isimli dergide bir süre önce yayınlandığı gibi, PKK’nın bizim en gelişmiş SİHA’larımızdan olan Akıncı’yı Kuzey Irak’ta düşürdüğünü de unutmayalım.
Ukrayna gibi, yüzölçümü Türkiye’den çok daha küçük bir ülkenin bile hava savunması için onlarca uzun menzilli hava savunma füze bataryasına ihtiyacı varken, Türkiye’nin elinde kullanabileceği şüpheli iki adet S-400 bataryası dışında benzer bir sistemi yok. Aynı şekilde alçak irtifa uydu sistemi geliştirecek teknolojimiz olmadığı gibi, bir savaş halinde bize bu desteği sağlayacak müttefikimiz de yok. Beşinci nesil savaş uçaklarına da sahip değiliz ve üretmeye çalışıyoruz. Başarabilsek bile yeterli miktarda üretebilecek mali kaynaklardan yoksunuz. NATO ülkeleri içerisinde milli gelirinden savunmaya en az para ayıran ülkelerden biriyiz. Bizim ayırabildiğimiz oran %1.9, Yunanistan’ın ise %3.5! Biliyorsunuz, ünlü Fransız komutanı Napolyon’a en çok ihtiyacı olan üç şey sorulduğunda ‘para, para, para’ demiş.
İletişim altyapımız ise bugün sivil yaşamdaki ihtiyaçlarımızı bile karşılamakta yetersiz kalıyor. İletişim altyapımız artık, adını bile duymadığınız pek çok Afrika ülkesinden daha geride. Ayrıca veri güvenliği son derece yetersiz olduğundan herkesin kişisel verisi internette satılıyor. YZ konusunda da tamamen hazırlıksızız. Eğitim sistemi bilim temelli değil de din temelli olarak yeniden yerleştirilmeye çalışıldığından, ülkenin neredeyse yetişmiş tüm parlak beyinleri yurt dışına gittiğinden, silahlı kuvvetlerin askeri tıp altyapısı çökertildiğinden de bence savaşa hazır değiliz.
Ama bunlardan çok daha vahim bir durum söz konusu. Silahlı kuvvetlerimizin komuta yapısı ortadan kalkmış durumda. Başkomutanımızın hiçbir askeri eğitimi yok. Subayların eğitim gördüğü okullarda tarikat üyeleriyle yurtsever subaylar arasında kavgalar çıkabiliyor. Sınırımızı koruyan komutanların özel araçlarıyla sınırdan kaçak göçmen getirilebiliyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde saraya yakın olmak ve padişaha biat etmek dışında hiçbir özellikleri olmayan paşalara “İstanbul Paşası” denirmiş. Geçenlerde bir yayın organında, hiçbir saha deneyimi olmayan, yurt dışı ve Ankara’da bazı görevler yapmış generallere de “Ankara Paşası” dendiğini okudum. Bu beni hem çok üzdü hem de çok endişelendirdi. Zira biz Birinci Balkan Savaşı’nı İstanbul Paşaları nedeniyle kaybetmişiz. Büyükbabamın babası da bu savaşta donarak şehit olmuş. Ancak, Balkan ülkelerinin Osmanlı’nın mirasını paylaşmak için birbirlerine girmesi sayesinde Edirne ve Kırklareli’ni İkinci Balkan Savaşı’nda geri alabilmişiz.
Benim en korktuğum şey Üçüncü Dünya Savaşı’na hazırız derken, batıda veya güneydoğuda çıkabilecek bir ‘Üçüncü Balkan Savaşı’nı’ kaybetmek. İlk Balkan Savaşı küçücük Karadağ’ın Osmanlı’ya saldırmasıyla başlamıştı. Metaforik olarak Üçüncü Balkan Savaşı diye tanımladığım bu savaşa hazır olmazsak, yeni bir dünya savaşına zaten hazır olamayız
Not: Bu yazım ilk olarak noktakibris.com sitesinde yayınlanmıştır.