Uygarlıklara beşiklik etmiş ve pek çok değişime sahne olmuş bu topraklar neler gördü neler….
Geçmişte yaşananları bir kenara bırakalım, bugün de her açıdan sürprizlerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizim veya komşularımızın başına daha neler gelebilir ki diye düşünürken, her gün bir sürprizle uyanıyoruz. Örneğin şu günlerde Türkiye olarak uzaya çıkmakla, toprak altında kalmak arasında savrulup duruyoruz.
Osmanlı döneminde de umutsuz dönemler olmuş ama ıslahatçı liderler yenileşme gerekliliğini görmüş ve bazı adımlar atmış. 3. Selim, 2. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde yoğunlaşan çabalar sonucunda eğitim, ekonomi, askeri ve idari yapıda yenilikler gerçekleştirilmiş.
Reform girişimleri, imparatorluğunun gerileme sürecini durdurmak için önemli bir adım olmuştur. Ancak reformların uygulanması sırasında karşılaşılan büyük bir zorluk vardı: Muhafazakâr kesimler geleneksel değerlerin bozulacağı gerekçesiyle yeniliklere fena halde karşı çıkıyorlardı.
Türkiye’de modernleşme çabalarının uzun bir geçmişi olmasına karşın, bu süreç geçmişten günümüze defalarca kesintiye uğramıştır. Özellikle “yaşlı tutucu” kesimlerin direnci ve dönemsel siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar modernleşme çabalarını altüst etmiştir.
Türkiye toplumu çağdaşlaşma ve demokrasi yolculuğunda tıpkı mehter gibi iki ileri bir geri gidiyor. Düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, parlamenter demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, bilimsel eğitim, cinsiyet ve fırsat eşitliği gibi konulardaki kazanımlarımız yavaş yavaş kayboluyor.
Düşünce ve ifade özgürlüğü vaadiyle seçim kazanan bazı hükümetler, zaman içinde eleştiriye kızan ve eleştirenlere baskı uygulayan rejimlere dönüşebilmektedir.
Toplumsal uzlaşı kültürüne sahip gelişmiş demokrasilerde hukukun tüm kurumların üzerinde tutulması önemlidir ve Türkiye de bu konuda bir istisna olmamalıdır. Fakat ne yazık ki Türkiye’de bazı hükümetler kendilerini hukukun üstünde görme eğilimi geliştirmişlerdir ve bu eğilim, genellikle dini referanslarla hukuki konulara müdahale etme yetkisine sahip oldukları inancından beslenmektedir.
Böylesi bir ortamda, hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkelerinin tam anlamıyla sağlanamadığı ve sivil katılımı baskılayan otokratik eğilimlerin güçlendiği görülür. İnsanlar genellikle “devletin ya yanındasın ya da karşısındasın” gibi bir seçimle karşı karşıya bırakılınca, doğal olarak sosyal güvensizlik artırıyor, karşıt düşüncelere hoşgörü azalıyor.
Türkiye’nin 220 yıllık modernleşme yolculuğu sürekli olarak tutucu çevrelerin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Örneğin Tanzimat ve Meşrutiyet’in getirdiği yenileşme girişimleri 31 Mart ayaklanmasıyla sekteye uğradı. Bununla birlikte, Türkiye’de din ve siyasetin iç içe geçmesinin 1950’den bu yana hızlandığını ve son yıllarda daha önce görülmemiş bir yoğunluk kazandığını belirtmek önemlidir.
Gençlerin en azından bir kısmı, Türkiye’deki tutuculaşma sürecinden kaygı duyduklarını ve bu süreçle ilgili tepkili olduklarını gizlemiyorlar. Özellikle, cami merkezli geleneksel bir yaşam önermesine mesafeli durduklarını ve bu nedenle deizmin yaygınlaştığını dile getiriyorlar. Gençlerin bu tutumu, aynı zamanda, dini kurumlar ile devlet arasındaki ilişkiye dair “olumlayıcı” kamuoyu algısının değişiyor olabileceğine de işaret etmektedir.
Öte yandan, gençler sol hareketlerin ne şimdi ne de gelecekte %35’i geçerek geniş bir ideolojik ittifak altyapısı kurabileceğine inanıyorlar. Türkiye’deki sol hareketlerin hep aynı kaynaklardan beslendiğinin, iktidar olma iddiasının zayıfladığının, ‘kronik muhalefet’ rolünü benimsediğinin farkındalar. Gençler, sol hareketlerin daha yenilikçi ve etkili politika alanlarına yönelmesi gerektiğini savunuyorlar.
CHP ve saz arkadaşları, gençlerin taleplerini göremedikleri için bekledikleri genç dinamizmi bir türlü yaratamıyor. Bir yığın sorunu görmezden geliyor, hükümetle ekonomik konular dışında çatışmaktan kaçınıyor. Oysa gençler, çağdaş eğitim, diplomalı işsizlik, barınma, sosyal adalet, demokrasi ve özgürlükler yanı sıra çölleşme, su kirliliği ve orman azalması gibi çevre sorunları ve hayvan hakları gibi konularda daha doyurucu söylemler bekliyor.
Gençler bir yandan yeni normale uyum sağlamanın, diğer yandan da çağdaş demokrasinin ve şeriat hukukuna başvurmayacak anayasal yargının korunması için umutlarını korumanın yollarını arıyor.
Sohbet ettiğim liseli gençlerden şunları dinledim:
“Politikacılar gençlerin içindeki özgürlük ve demokrasi özlemini fark etsin istiyoruz. Yönetim ile gençlik arasında iletişim mekanizmalarının kurulmasını, kutuplaşma dili yerine birleştirici dil kullanılmasını istiyoruz. Kanal İstanbul gibi önemli projelerin referanduma sunulmasını, İstanbul Sözleşmesi’ne dönülmesini istiyoruz. Hiçbir alanda yandaşlık gözetilmesin istiyoruz. Medya tek sesliliğe zorlanmasın ve Twitter’da farklı görüş paylaşanlara ‘Welcome to Silivri’ ayarı çekilmesin istiyoruz. Çağdaşlaşmanın tüm gerekleri yerine getirilsin, biz de yurt dışına gitme hayali kurmaktan vazgeçelim istiyoruz.”
Bir istekleri daha var, “ülkedeki tüm damatlara ve müteahhitlere eşit davranılmasını istiyoruz!” diyorlar.
halilocakli@yahoo.com