Kafkas insanları upuzun ve de dipdiri yaşamakla meşhurdur. Nedenini merak edip yaşamlarını inceleyen Avrupalı bir beslenme uzmanının yazdığı bir kitapta okumuştum bu fıkrayı:
Kafkasya’da adamın biri ilerlemiş yaşında yeni bir evliliğin peşindeymiş. Gelin adayını da bulmuş. Ancak tam düğün öncesi gelin caymış bu evlilikten. Nedeni ise damadın kızının “babam 103 yaşında” demesi olmuş. Çünkü damat bey 96 yaşındayım, demişmiş. Gelin hanım, damat bey yalancı olduğu için caymamış. Bir adamın erkekliği 100 yaşına kadar sürermiş de o yüzden caymış…
Eşim yıllar önce kısa bir süre Etiyopya’da çalışmıştı. Dönüşte de bana fildişi takılar getirmişti. Fildişi takılar adı üstünde fildişi yani kemik rengindeydi. Satıcı 100 sene sonra kararmaya başlayacağını söylemiş. O sıralar yirmili yaşlarımı süren ben “100 sene sonra sahiden kararacak mı bizzat bakacağım” diye espri yapmıştım. Onları hâlâ saklıyorum, bakalım satıcı doğrucu muymuş?
Gündelik yaşamda 100 yaş eşik kabul edilir ve üzerine pek çok söylence üretilmiştir. Dişlerin yeniden çıktığı, kadınların yeniden adet gördüğü vb. şeklinde çok ama pek çok söylence. Neden 99 ya da 101 değil diye de kimse sormaz. Çünkü 100 “cut off value” yani “eşik değer” kabul edilir.
Yaşam sürecine ilişkin bir diğer “cut off” da 18 yaştır. Yasal hak ve yükümlülüklerde temel alınır. 18 yaşını geçeni yasa izniyle asabilirler ama doğum kaydı bir gün öncesine bile aitse o kişi çocuk sayılır. Çocuk öldürmek içinse gözü dönmüş bir iktidarın/hâkimin yasaya karşı hile yapması gerekir ki örneği ülkemiz tarihinde kayıtlıdır…
Bilim ortamında da “cut off” kavramı var. Bir gün kızıma şişmanlığın risklerini anlatıyordum. Kilo boy oranı, yağ kas oranı falan hepsine boş ver, erkeğin göbek genişliği 100 santimi, kadının göbek genişliği 85 santimi geçince kalp-damar sağlığı açısından ve hatta pek çok başka açıdan sağlık riski oluşuyor, dedim. Bu değerleri aşan her 1 santim, insanın doğal ömründen 1 sene kısaltıyor, diye ekledim. İyi haber şu ki azıcık gayret edip o koca göbek eritilirse, verilen her 1 santim de ömre 1 yıl geri ekler, diye sürdürdüm. Kızım da bana “niye mesela 83 ya da 86 değil de 85” diye sordu. Bilimsel veriler öyle, dedim. İyi de neye göre belirlenmiş bu değer, sorusu karşılığında da kem küm ettim:
Bilimsel açıdan “cutt off” değeri diye bir şey vardır, dedim demesine de nasıl açıklayacağımı pek bilemedim. Mesela dedim, günde 10.000 adım atmak sağlık açısından çok faydalıdır; ömrü uzatır. Bu 9999 ya da 10.085 olacak değil ya, ortalama bir kesme noktası lazım, diyerek devam ederken aklım da karışmaya başladı. 10.000 adım atmanın mucizesi neydi sahiden?
“Günde 10.000 adımdan fazlasını atmak yaşam süresini de yaşam kalitesini de arttırıyor.”
Eğer bu doğruysa yani adım sayısının sağlıkla doğrudan ilgisi varsa, attığın adımların da her gün sayılması lazım. Bunu kişinin kendisinin yapması olanaksız olduğuna göre onun yerine mekanik ya da elektronik bir alet sayıyor. Adı da adımsayar; Pedometre. Günde 8 kilometre yürümek kabaca 10 bin adıma denk geliyor. Ölçü de bu 8 kilometreden geliyor. 8 kilometre nereden geliyor peki?
Pedometreler başlangıçta avuca sığan bağımsız aletlerdi. Şimdi müzik çalarından cep telefonuna, egzersiz bilekliğinden, akıllı saatlere kadar her şeyin içinde bir de adımsayar programı var. İlk kim çıkarmış bu icadı derseniz, cevabına inanmak zor çünkü Leonardo da Vinci çıkarmış. Zamanla Avrupa’da saat benzeri aletlerle adım sayanlar olmuş, sonrasında bu buluş Amerika’ya da taşınmış falan ama asıl icadı patlatan bir Japon doktor olmuş.
Dr. Iwao Ohya, bin dokuz yüz altmışlarda Japonların ataletinden çok rahatsız olmuş. “Sağlıklı olmak için herkes her gün en az on bin adım atmalı” demiş. Bu laftan 2 sene sonra 1965’de, on bin adımı sayan alet piyasaya sürülmüş. Japon Yamasa Hatano’nun satışa sunduğu bu aletin adı Manpo-kei imiş ve anlamı “on bin adımsayar”mış ama alet daha çok Yamasa adıyla bilinmiş. Japonya’da çok geçmeden “On Bin Adım Derneği” kurulmuş, yürüyüş grupları oluşturulmuş vb. Japonya bu çok satan minik aletinin 1980’de patentini de almış. 2015’de Japon Sağlık Bakanlığı her gün on bin adım atmayı resmen tavsiye etmiş. O zamana kadar zaten bütün dünyada hemen her doktor hemen herkese “günde 10.000 adım atın” demeyi çoktan huy haline getirmiş.
Peki, bu on bin adım önerisinin bilimsel dayanağı olan çalışma nedir derseniz, yok öyle bir şey. Evet yok. Bu modayı başlatan Dr. Iwao Ohya dâhil, hiç kimse 5 bin adım ya da 15 bin adım atanlarla 10 bin adım atanları kıyaslayan bir çalışma falan yapmamış. Bu konu, 18 yaşına bastığın gün aklın başına gelir, ondan öncesinde çocuksun gibi bir şey yani. Hatta erkeklik 100 yaşında biter gibi bir şey desek bile olur. Sonuçta kanıtsız bir “cut off” bu da.
Bilim sadece ve sadece kanıta dayanırsa da çok güzel bir kıvırtma noktası da vardır: Kanıt olmaması, gerçek olmadığı anlamına gelmez, denir ki bu da aslında doğrudur. On bin adım teorisinin dayanağı yoksa da fiziksel egzersiz yapmadan atıl bir yaşam sürmenin ömrü kısalttığı ve sağlık problemleri yarattığı kesindir. Tersine, abartmamak koşuluyla, her gün egzersiz yapmanın da sağlıklı yaşamak için gerekli olduğu pek çok çalışma ile kanıtlanmış durumdadır. Açık havada yürüme, basit jimnastik hareketleri ve yüzmenin en yararlı egzersizler olduğu da bilinir. Sonuçta on binin kanıtı yoksa da günlük adım sayısını artırmak gereklidir. Üstelik adım saymanın yürümeyi motive ettiği, kilo vermeyi sağladığı ve böylece tansiyonu azalttığı da gösterilmiş durumdadır.
Bu konuda bana fikrimi sorarsanız, hayatta en sevdiğim şey yürümektir. Kendimi bildim bileli her gün yürürüm. Üstelik de ne on bin adımı, ben günlük 10 ila 20 kilometre arası yürürüm ve şimdi 63 yaşımı sürerken, tansiyon şeker vb. hiçbir müzmin hastalığım olmayışı ve düzenli hiçbir ilaç kullanmayışım ile övünürüm. Üstüne basa basa söylemeliyim ki sokakları arşınlayarak geçirdiğim ömrümün bu sonuca katkısı olduğundan eminim. Bu arada, defalarca hediye edilmiş olmasına rağmen, ömrümde pedometre kullanmadım. Onun yerine yürünebilecek her yere yürüdüm, yürümeyi yaşam biçimi haline getirdim ama adımlarımı falan da saymadım, onu da demiş olayım.
Ben demişken, ben epeyce minik cüsseliyimdir. O nedenle yaşımdan küçük gösterdim hep. Eskilerde bir gün adamın biri yavaştan asılmaya başladığında, kestirmeden önünü kesmek için lafın arasına sıkıştırıp “ben 42 yaşındayım” dedim. Adam pişkin çıktı. Kadının 40’lı yaşları en güzel demleridir, dedi. Yirmilerinde henüz yeşil domatestir ancak otuzlarında olgunlaşmaya başlar. Kırkında tam olgunlaşmıştır; hem dipdiri hem de en lezzetli halindedir. Ellilerinde gevşeme başlar. Altmışlarında pörsür, yetmişlerinde çürür, diye devam etti. Aslında kendi çürüklüğünü dile getirdiğini fark etmeden, kadınların yemelik bir şey olarak algıla(n)dığını anlamamı sağladı …
Erkek cinselliğinin ne zaman bittiğine ait bir “cut off” yok. Kadın cinselliğinin de öyle. Menapoz ve andropozun birer eşik değer olduğunaysa şüphe yok. Cinselliğin başlama yaşı için de kesin rakamlar yok. Ergenlik dönemi ile başladığına ilişkinse şüphe yok. Ancak ne puberte (ergenlik) öncesinde ne de menapoz/andropoz sonrasında cinselliğin olmadığı doğru değil. Doğumdan ölüme kadar bütün yaşam sürecinde cinsel istek var. Yaşla birlikte değişen sadece cinsel etkinlik biçimi ve düzeyi…
O yüzden 103 yaşındayken 96 yaşındayım demek de var bu hayatta. Ben de bir geçeyim o 100 eşiğini, bakın ne yalanlar söyleyeceğim. Belki de ilk yarıdaki doğruluk yerine ikinci yarıdaki yalancılık daha iyi bir durum olur, kim bilir. Hem sizi de beklerim. Sakın maçın ilk yarısında havlu atayım demeyin. O yüzden açık havada yürümeyi hiçbir gün ihmal etmeyin.
Bütün “cut off”lara da boş veriverin…
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.