Nâzım Hikmet on üç sene hapisliğin ardından aftan yararlanmış ve evine kavuşmuştu. Fakat önemli sağlık sorunları vardı. Takip ediliyor ve hayatından ciddi şekilde endişe duyuyordu. Başına gelecekleri oturup beklemek yerine, kendi ifadesiyle genç bir arkadaşla üstüne yürüdü ölümün.
17 Haziran 1951 günü bir sürat motoru Tarabya kıyısına yanaştı. Şairi alan motor bir pazar gezisindeymiş gibi Üsküdar yönüne gitti önce. Sonra Boğazın uçlarına doğru süzüldü ve sislerin arasında kayboldu. Motoru kullanan kişi Nazım Hikmet’in kayınbiraderi Refik Erduran idi.
Sessizce ilerliyor, bir Bulgar veya Romen gemisi arıyorlardı. Sonunda birini gördüler ve yaklaştılar. Nâzım bildiği dillerde bağırmaya başladı: “Ben Türk şairi Nâzım Hikmet, gelmek istiyorum!” Gemidekiler bir süre şaşkınlık yaşadıktan sonra konuyu Köstence’ye, amirleri Bükreş’e iletti. Nâzım endişe ve umut içinde iki saat bekledi motorda. Telefonlar sistemin en başına, Stalin’e kadar ulaşmıştı. Stalin olur verince şair gemiye alındı.
29 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet Moskova Vnukova Havaalanına indi. Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri çiçeklerle karşılaşmıştı onu. Nâzım coşkulu bir konuşma yaptı burada. İyiye, güzele, kardeşliğe olan özlemini dile getirdi. Yirmili yaşlarında Moskova’da ilk kez tanık olduğu devrim heyecanının geldiği noktayı, halkın kazanımlarını bir kez daha yaşamak, kendi gözleriyle görmek istiyordu.
Eşi Vera Tulyakova’nın “Bahtiyar Ol Nâzım” adlı kitabında aktardığına göre bir gün şunları söylemişti Nâzım:
“Hapiste sağ kalmamın nedeni, Sovyetler Birliği’nin varlığı, sosyalizmin kurulmuş olmasıydı. Lenin’in kurduğu enternasyonal bir devletin faşizmi yenmiş̧ olmasından gurur duyuyordum. Sovyetler Birliği’nin ilerlediğini, kültürünün geliştiğini ve insanlarının mutlu olduğunu düşünüyordum hep…”
O içerdeyken Sovyet halkları korkunç bir savaş vermişti. İkinci Dünya Savaşı ölüm, acı ve yıkım getirmişti. Fakat faşizme karşı elde edilen, fedakarlık ve mücadele dolu bu büyük zafer yeni bir dönemi de başlatmıştı. Stalin’in savaştaki rolü nedeniyle gücü artmış, bir tabu haline gelmiş, bir yandan da baskı ve tahakkümü uç noktalara varmıştı.
Nâzım Hikmet ilk kez geldiği 1920’li yıllardaki gördüklerinden çok farklı bir manzara ile karşılaşmıştı. Parti ve Stalin her şeyin, herkesin üstündeydi. Sanat ve edebiyatta “sosyalist gerçekçilik” anlayışı hakimdi. Fakat Nâzım’a göre yapılanların ne sosyalizmle ne de gerçekçilikle ilgisi vardı. Stalin Politbüro üyesi Jdanov üzerinden yazarlar ve sanatçılar üzerinde büyük bir baskı kurmuştu. Ahmatova’nın, Pasternak’ın, Zoşçenko’nun ve daha nicelerinin hayatlarını kâbusa çeviren bu baskıyı Nâzım çok iyi anlamıştı.
Biraz özgün ya da farklı kalmaya çalışanların yaşadığı baskı yanında büyük bir çoğunluk için Nâzım’ın ifadesiyle “Stalin tapınmacılığı” gibi bir sonuç çıkmıştı ortaya. Bundan Stalin’in kendisi kadar makamını, rahatını ve cebini düşününler de sorumluydu elbette. Fakat Nazım’ın şair yüreği hiçbir şeyin üstünü örtmeye, görmezden gelmeye razı olmadı.
Nâzım Hikmet Moskova’yı, Sovyet halkını çok seviyordu. Moskova’da çalışmayla, aşkla, yaşam sevinciyle, mücadeleyle dolu, fakat birçok açıdan da kolay olmayan yıllar geçirdi.
1951 yılında daha yeni geldiği günlerde Yazarlar Birliği’nin verdiği yemekte, safça Stalin’i görmeye gideceğini, Moskova’da bir sürü zevksiz heykelini gördüğünü, bu putlaştırmanın en büyük tehlike olduğunu söyleyeceğini dile getirdiğinde salonu büyük bir sessizlik kaplamıştı. İtirazlar yükselmişti hemen. Nâzım’ın Stalin’den istediği randevu ise iptal edilmişti.
Nâzım Hikmet Stalin hakkında olumlu düşünmeyi başaramıyordu. Kimileri Nazım’ın eleştirel tutumunu haksız buluyor, olumlu tarafları görmesini ve sessiz kalması gerektiğini söylüyordu. Nazım’sa inandığı bir düzen için her koşulda mücadele edilmesi gerektiğine inanıyor, sessiz kalmanın bir şaire, bir aydına yakışmayacağını düşünüyordu.
Hikmet’e göre sistemin dört önemli sorunu vardı: Bürokratizm, halktan kopuk elitler, sanat ve edebiyata baskı, lider sultası ve tapınmacılığı. Kendi ifadesiyle, komşuya evine giren yılanı göstermek gerekiyordu. Ama korku atmosferi derdini anlatmasına imkan vermiyor, çok yakın çevresinde görüşlerini dile getiriyor, kimi zaman da eleştiriye maruz kalıyordu. Nâzım bir gün Vera’ya şunları söylemişti:
“İktidar emelleriyle yoldan çıkmak en büyük tehlike. Özellikle de siyasi iktidarın. Stalin buna en iyi örnek.”
Sovyetler Birliğini 1924 yılından itibaren yöneten Stalin 5 Mart 1953’de aniden ölünce herkes şoka uğramıştı. Vera’nın kitabındaki anlatımına göre Stalin’in ölümünü öğrenen Nâzım’ın tepkisi şöyle olmuştu:
“İlk tepkin korkunç olmuş, donup kalmışsın. Birkaç dakika konuşamamışsın. Gözlerinde yaşlar belirmiş. Perişan bir halde sormuş Simonov:
“Nasıl yasayacağız bundan sonra? O, bizim yerimize de düşünüyordu.”
“Ne?!,” diye tekrarlamasını istemişsin sen.
“Bizim için düşünüyordu!”
Ve sen birden gülmeye başlamışsın… Önce yavaş, sonra şiddeti artan kahkahalarla…”
Nâzım Hikmet’in Stalin’in ölümü sonrasında Yazarlar Birliği’nin isteği üzerine diğer şairler gibi nezaketen yazdığı olumlu ifadeler içeren iki şiiri bulunuyor. Nâzım “Hatırlıyorum” ve “5 Mart 1953” adlı bu şiirleri komünizme olan sadakatiyle, bir ölünün arkasından duyulacak duygularla yazmıştı elbette. Nazım Hikmet’in “5 Mart 1953” adlı şiirinin bir bölümü şu şekilde:
“İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,
ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?
Hepimizindi o,
hepimizindir.
Yoldaşlarım,
acınızı duyuyorum,
sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle…”
Ancak 1956 yılında Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde Kruşçev tarafından başlatılan “destalinizasyon” kampanyasına kadar Stalin konusunun herkes için bir tabu olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Nâzım Hikmet Stalin hakkında gerçek duygularını anlatan şiirini Kasım 1962’de yazdı ve bu sayfayı da kapattı kanımca:
“Taştandı tunçtandı alçıdandı kağıttandı iki santimden yedi metreye kadar
Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan gölgesi
Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
Odalarımızda taştan tunçtan alçıdan kağıttan gözleri önündeydik
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kağıdın.”
Neticede Stalin konusu Rus tarihi açısından da karmaşık bir konu. Onun liderliğinde faşizmin yenilgiye uğratıldığına kuşku yok. Yalnız “ama”sı var işin. Daha önce Stalin’in Rusya’da neden popüler olduğunu anlatmaya çalıştığım yazının sonunda şu paragrafa yer vermiştim:
“Stalin konusu uzun, karmaşık ve belki de o dönemi yaşayan insanların daha iyi değerlendirebileceği bir konu gibi görünüyor. Komünizmi yıpratmak için karalandığını ileri sürenler, ülkeyi korumak için böyle davrandığını düşünenler, o olmasaydı II. Dünya Savaşı kazanılamazdı diyenler, o kendisi için hiçbir şey istemedi ve hatta esir oğlunu feda etti diye düşününler olduğu gibi, onu yüzbinlerin ölümünden, acılardan ve yaratıcılığın yok edilmesinden sorumlu tutanlar da var. Takdir okuyucunun…”
Nâzım Hikmet ise konuya hem gönülden bağlı olduğu komünizmin başarısı açısından hem de bütün Sovyet şairlerin ve yazarların vicdanı olarak yaklaşmıştı kanımca.
Hikmet hiçbir zaman kimsenin karşısında eğilip bükülecek, sözünü sakınacak, vicdanını susturacak bir adam olmadı. Büyük bir şair olduğu kadar Türk gençlerinin hayatını çok iyi öğrenmesi gereken yürekli bir aydındı o…
Not: Bu yazı Nazım Hikmet’in 120. doğum günü nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.